13 Şubat 2014 Perşembe

Arius ve İskenderiye’de Hristiyanlık Tartışmalarının Ortaya Çıkması



Arius ve İskenderiye’de Hristiyanlık Tartışmalarının Ortaya Çıkması
David Miano
La Jolla, California
"Biz, değiştirilemeyen Tek Doğmamış, Tek Sonsuz, Tek Ebedi, Tek Gerçek, Tek Ölümsüz, Tek Bilge, Tek Makbul, Tek Hakim, Hüküm ve Şefkate Sahip Tek Hakim Olan Tek Bir Tanrı’ya inanırız. Tek doğmuş olanı yaratan, bu Kanunun ve Peygamberlerin ve Yeni Kutsal Kitap’ın Tanrısıdır."

(Arius’u simgeleyen kabartma)
Efsaneye göre, İskenderiye’ye Hıristiyanlığı ilk getiren kişi, Pavlus'a seyahatlerinden birinde eşlik eden John Mark’dır (Eusebius II, 16). Öte yandan, bu şehirdeki Hıristiyan topluluklarına dair kesin kanıtlar ikinci yüzyılda ortaya çıkmaktadır. Burada bulunan Hıristiyan topluluklarının sayıları dördüncü yüzyıla kadar nispeten az olsa da, güçleri yabana atılmamalıdır. Akdeniz dünyasının en büyük şehirlerinden biri olan ve farklı kültürel ve dini gelenekleri barındıran İskenderiye, Hıristiyanlıktan önce bile düşünce ve felsefe araştırmalarıyla bilinmektedir. Bu sebeple, Hıristiyan örgütlerinin bu bölgede de girişimlerde bulunmaları şaşırtıcı değildir. Aralarında Clement ve Origen’in de bulunduğu, İskenderiye’de yaşayan bazı Hıristiyan liderler, kendilerini felsefe öğrencileri olarak adlandırmışlardır. Kutsal Kitap anlayışına olan mecazi yaklaşımları, kutsal yazıtların daha yalın yorumlanmasını savunan Antakya’daki Hıristiyanlık öğretmenleri ile aralarının açılmasına sebep olmuştur.  
Dördüncü yüzyıla kadar, İsa’nın doğasının Tanrı ile olan ilişkisi yönünde bazı fikirler ortaya atılmıştır. Bazılarının Tanrı ve Oğul ile ilgili düşüncelerini ortaya koymada acele etmelerinden dolayı ise, bu konularda çatışmalar baş göstermiştir. Yazıtlarda yer alan ve İsa’yı kasteden “Tanrı’nın Oğlu”, “Hz. İsa” ve “Tanrı’nın Sureti” gibi ifadeler sıkça kullanılmış, ve bu ifadeler genelleme içermeleri sebebiyle tepki çekmemiştir. 
 “Tanrı” (theos) ifadesinin Hıristiyanlıktaki anlamı bile, bazılarının her şeye kadir olan anlamında yorumladığı, diğerlerinin ise basit olarak güçlü bir ruha ve ilahi bir varlığa atıfta bulunduğunu düşünmeleri sebebiyle belirsizlik arz etmektedir. (Dikkat edilmelidir ki, “Tanrı” ve “tanrı” arasında herhangi bir ayrım yapmayı sağlamak adına ne Yunancada bir belgisiz sıfat, ne de İngilizcede bir büyük harf kuralı mevcuttur).  Yıllar boyunca bu belirsiz dilin kullanılması, ciddi dinsel çatışmalara yol açmamakla birlikte, Kilise çevresinde Hıristiyanlıkla ilgili farklı anlayışların gelişmesi ve yer edinmesine sebep olmuştur. Sadece uç fikirler mevcuttur, ve tabii ki bu radikal gruplar uzlaşma adına herhangi bir fark yaratacak sayıda üyeye sahip değildir. Öte yandan, Yunan felsefesinin etkisi, özellikle İskenderiye’de, kilise çevresinden eğitimli insanlar ve daha fazla sayıda Hıristiyanlık öğretmenleri arasında teolojik araştırma yapma yönünde ilgi uyandırmış, ve diğer konuların yanı sıra Hazreti İsa’nın ilahi varlığının özgünlüğü konusunda da çeşitli fikirlerin ortaya atılmasını sağlamıştır (Orthodoxy 147-150).
Bir anda, konu ile ilgili olarak ilk ortaya atılan düşünceden farklı fikirler ortaya çıkmıştır. Söz konusu yorumların Havarilerin anlayışlarını yansıttığı yönünde tartışmalar ortaya çıkmıştır. Çok geçmeden, tüm Hıristiyan dünyası kendini bu tartışmanın içinde bulmuştur (Konstantin’in Hayatı II, 61-2).
Bu çekişmenin tam ortasında ise, iki eski arkadaş olan Arius ve Alexandre bulunmaktadır. Alexandre, piskopos veya İskenderiye şehrinin yöneticisidir. İskenderiye Hıristiyanları Alexandre’in konumuna o kadar saygı duymaktadırlar ki, “papa” ismi, Roma piskoposunun bu onura erişmesinden bile önce, Alexandre için etkin bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır (Williams 42). Arius ise, şehirdeki Baucalis cemaatinin başındaki papazdır. Epiphanius’a göre, alışılmadık derecede uzun, kısa bir pelerin ve papaz kıyafeti giyen, ve hoş bir konuşma tarzı olan biridir (LXIX, 3:1). Sözü edilen çekişmeler esnasında tam olarak kaç yaşında olduğu bilinmemekte olup, yaşlı bir adam olduğu tahmin edilmektedir (Epiphanius CLIV, 12).
Bu tartışmanın isabet ettiği tarih, geleneksel olarak 318 olarak bilinmektedir. Eski tarihçiler, Athanasius’un, Ariusçuların kâfir olarak ilan edilmelerinin üzerinden 36 yıl geçtiğini ifade ettiği “Mısır’ın Piskoposlarına Mektup”una atıfta bulunmaktadırlar. Bu tarihçilerin kronolojileri, bu mektubun 356 yılında yazıldığı varsayımına dayanmaktadır. Bu tarihten 36 yıl geriye gidildiğinde, Ariusçuların kâfir ilan edildiği 321 yılına ulaşılmaktadır. Doğal varsayım ise, Arius’un aforoz edildiği o yıllarda, Alexandre’in konseye başkanlık ettiğidir. Mantıksal olarak, bazılarının Alexandre’in konuyu ele almasının çok uzun sürdüğünden şikâyet ettikleri de göz önünde bulundurulduğunda, söz konusu çekişmenin konseyden birkaç yıl önce başlamış olması gerekmektedir. 318 yılı, bu varsayımlarla ortaya atılmıştır.
Öte yandan, bugün Anthanasius’un mektubunun 356’da değil, 361’de yazıldığı bilinmektedir. Bu sebeple, Arius ve yandaşlarının kâfir ilan edildikleri dönemde, sadece 325 yılında kurulmuş olan Nicea(İznik Konsülü) konseyinden bahsedilebilir, bu durum ise, Alexandre’in 321’de kurduğu konseyin çoğu kimselerce resmi olarak kabul edilmediği göz önünde bulundurulduğunda çok mantıklıdır (Hanson 129-30).
Bu durum bizi nereye götürür? Athanasius’un mektubunun çekişmenin başladığı tarihe ışık tutmadığı açıktır. Öte yandan, Jerome’un “Eusebius Kayıtlarının Devamı”, konuya az da olsa açıklık getirebilir. Bu eserde Jerome, tüm olayların İbrahim’den 2,337 yıl sonra başladığını belirtmekte, bu varsayım da bizi 320 yılına getirmektedir. Bu rakamın güvenilir olup olmadığı ise tartışmaya açıktır. Fakat kronolojik çerçeveye uyması açısından, 320 senesi başlangıç noktası olarak kabul edilebilir (Boularand 21-4).
  Bu zaman zarfında, Arius’un diğer papazların doğru bulmadığı bir doktrini savunduğu Alexandre’in dikkatini çekmiştir. Aynı zamanda, yetkili konumunda olan ve söz konusu doktrinle hem fikir olduğunu bildiren kimseler de mevcuttur (Epiphanius LXIX, 3:5). Alexandre, zaman kaybetmeden Arius’u çağırtmış ve konu ile ilgili olarak sorgulamıştır. Arius ise konuyu açıklayarak kendi konumunu savunmuştur (Epiphanius LXIX, 3:5,6). Konunun hassasiyeti ve karmaşıklığı, başlangıçta Alexandre’in konuyu oluruna bırakmasına sebep olmuştur. Öte yandan, bu tutum sadece çekişmelerin artmasını sağlamıştır. Bu sebeple Alexandre, İskenderiye papazlarının katılımında bir toplantı yapılmasını gerekli görmüştür (Epiphanius LXIX, 3:6-7; Sozomen I, 15).
Konu ile ilgili yargı yetkisine sahip olan Alexandre, ilk olarak çekişen taraflardan resmi olarak inançlarını ifade etmelerini talep etmiştir. Aşağıdakiler Arius ve onun gibi düşünenler tarafından gönderilen güven mektuplarıdır:
Kutsal papamız ve piskoposumuz Alexandre’e. Hazreti İsa’nın birliğindeki papazlar ve diyakozlar saygılarını sunar.
Atalarımızdan miras kalan ve siz kutsal papamızdan öğrenmiş olduğumuz inancımız şudur: Biz, değiştirilemeyen Tek Doğmamış, Tek Sonsuz, Tek Ebedi, Tek Gerçek, Tek Ölümsüz, Tek Bilge, Tek Makbul, Tek Hakim, Hüküm ve Şefkate Sahip Tek Hakim Olan Tek Bir Tanrı’ya inanırız. Tek doğmuş olanı yaratan, bu Kanunun ve Peygamberlerin ve Yeni Kutsal Kitap’ın Tanrısıdır. Ebed ve Ezelin Oğlu ile, zamanı ve diğerlerini yaratmıştır.  Onu sadece mecazi anlamda değil, kendi isteğiyle farklı [hypostasis], değiştirilemez ve yerine konulamaz bir varlık olarak yaratmıştır; diğerlerine benzemeyen, Tanrı’nın muhteşem yaratığıdır; diğerlerine benzemeyen bir oğuldur; ve ne Valentinus’un inandığı gibi bir Baba’nın soyundan, ne Mani’nin belirttiği gibi Baba ile aynı varlıktan [homoousion] ortaya çıkmış, ne Sabellius’un Birliği ayırmak için kullandığı “Baba-Oğul” ifadesine sığar, ne Hieracas’ın dediği gibi aynı fenerden doğan başka bir fener veya lambanın ateşinden doğan başka bir lambadır; ne de önceden var olan ve sonradan doğan veya yaratılan yeni bir Oğuldur. Siz kendiniz, kutsal papamız, cemaatte ve toplantılarda bu gibi ifadeler öne sürenlerin hep cesaretini kırdınız. Fakat biz O’nun, henüz zaman yokken Tanrı’nın iradesi ile yaratıldığını, ve varlığının, her zaman yanında olan Baba tarafından bahşedildiğini söylüyoruz. Baba, O’na bu mirası bahşederek hiçbir şey kaybetmemiştir, çünkü bu varlığın yegâne Kaynağı kendisidir.   
Böylelikle üç farklı varlık ortaya çıkmakta olup [treishypostaseis], ezeli ve ebedi olan, her şeyin sebebi olan yalnızca Tanrı’dır. Baba’nın henüz zaman var olmadan önce yarattığı Oğul ise, diğer taraftan, sadece Baba varken ve zamanın dışında yaratılmıştır. Bazılarının iki doğuma atıfta bulunan söylemleri doğrultusunda (ve doğal olarak tamamen başka bir şeyle ilgili olan), Baba ile ortak bir varlığa sahip değildir. Fakat Tanrı, her şeyden önce tek bir Birlik ve her şeyin Kaynağıdır. Bu sebeple, cemaate vaazınız esnasında sizden de öğrendiğimiz üzere, aynı zamanda İsa’dan da öncedir.    
Böylelikle Oğul’a bahşedilen hayatın, şerefin ve diğerlerinin yegâne kaynağı Tanrı’dır. Baba, Oğul’un Tanrısı ve hükümdarıdır – çünkü Oğul O’ndan meydana gelmiştir. Ve eğer “soydan gelen” [Jeremiah 1:5] ve “Baba’dan doğdum ve var oldum” [John 16:28] ifadeleri, bazı kimselerce Oğul’un Baba ile eş bir varlık [homooousion] olduğu şeklinde yorumlanırsa, Baba’nın bir birleşimden türeyen, bölünebilen ve değiştirilebilen bir varlık olması gerekir. Aynı kimselerin düşüncelerine göre, manevi Tanrı bir vücuda sahiptir, dolayısı ile bedenselliğin tüm sonuçlarına tabidir.
Tanrı’ya siz kutsal papamızın sağlığı için dua ediyoruz. Papazlar Arius, Aeithales, Achillas, Carpones, Sarmatas, Arius; Diyakozlar Euzoeus, Lucius, Julius, Menas, Helladius, Gaius; Pentapolis, Libya piskoposları
” (DeSynodis §16; Epiphanius LXIX, 7:2-8:5).
Bazıları bu mektubun söz konusu çekişmeden önceye, belki de Arius’un İskenderiye’yi terk etmesinden sonra bir tarihe denk geldiğini savunmaktadır. Öte yandan, yakın tarihli bilgiler bu tarihi yeniden değerlendirmiştir. Mektupta Alexandre tarafından uygulanan herhangi bir kötü davranış veya aforozdan söz edilmemekte olup, imza sahipleri Arius’un ilk destekçileridir. Kronolojik olarak bu mektup erken döneme rast gelmekte olup, muhtemelen Alexandre’in inançların ifade edilmesine yönelik talebine cevap mahiyetindedir (Williams 52).   
Libya’nın iki piskoposu olan Theonas ve Secundus’un mektubun sonundaki imzaları ise ilginçtir. Bu ikisi, konum olarak Arius’dan daha yüksek mertebede olduklarından, mektuba bir ağırlık kattıkları açıktır. Benzer olarak, bahsi geçen Aşil ise muhtemelen İskenderiye’deki meşhur okulun başındaki Aşil’dir (Eusebius VII, 32:30; Williams 45; Barnes 202). Aşil, yabana atılacak bir karakter değildir. O zamanın şartlarında cemaatler arasındaki bilgi alışverişinin haftalar, hatta aylar alması ve Libya piskoposlarının konum olarak yakın olmamaları göz önünde bulundurulduğunda, Arius’un düşüncesini desteklemesi ve sorunla ilgili içgörüsünü savunması oldukça zaman almış olmalıdır. Fakat aynı zamanda, Arius ve yandaşlarının şehirde ciddi sayıda destekçisi bulunmaktadır. Theodoret bunları, “insanları hislerine ortak etmek adına”, “evden eve” ziyaretler düzenleyen önderler olarak tasvir etmektedir (I, 2). Ziyaretlerin sebebinin bu olup olmadığı görülecektir. Şüphesiz ki Arius, kendi düşüncesine göre, din dönekliğine yönelik öğretinin İskenderiye’de kazandığı güçlü temele mani olmayı amaçlamıştır. Bir kaynağa göre, yetmiş bakire Hıristiyan kadından oluşan ünlü bir kardeşlik de, onların yanında yer almıştır (Epiphanius LXIX, 3:2).
Modern çağdaki birçok tarihi kaynak, başlangıçtan beri Alexandre’i Arius’un karşısında bir yere oturtmuştur, fakat esas konu bu değildir. Sezomen’in araştırmaları, Alexandre’in ortada bir yerde yer aldığını ortaya koymaktadır. Alexandre’in tüm karşıt taraflardan inançları doğrultusunda bir beyan talep etmesi, hiçbir tarafla doğrudan bağlantılı olmadığını göstermektedir. Mektupla ilgili olarak asıl ilginç olansa, mektubun belirli yerlerinde Arius’un, aslında Alexandre’in eskiden öğrettiği şeylerin aynısını öğrettiğini savunmasıdır. Bu iddialar kısa ve genel olsa da, üzerlerinde düşünülmeden göz ardı edilmemelidir. “Tanrı tek bir Birlik ve her şeyin Kaynağı olarak hepimizin üstündedir. Cemaate verdiğiniz vaaz esnasında sizden de öğrendiğimiz üzere, İsa’nın da üstündedir” ifadesi, dikkate değerdir. Tanrı kavramının İsa’dan önce gelmesi, sonradan kaleme aldığı yazılarda da görüldüğü üzere Alexandre’in teoloji anlayışına ters düşmektedir. Asıl önemli olansa, Arius gerçekten de düşünüp tasarlayarak mı böyle bir iddia ortaya atmıştır? Bu mektup doğrudan Alexandre’e gönderilmiş olup, Alexandre ise geçmişte yayınladığı doktrinlerin farkındadır. Alexandre bu iddiaları kolayca ve hızla yanlış olarak addedebilecek, ve bu sebeple Arius’un güvenilirliğini sorgulayacak güce sahipken, Arius neden Alexandre’in ağzından çıkan sözleri kullanmıştır? Bu durum, açıkça Arius’un konumunu zayıflatacaktır. Konuyla ilgili bir açıklama, Arius’un, Alexandre’in bir zamanlar verdiği vaazda kullandığı ifadeleri yanlış yorumladığı yönündedir. Öte yandan, mektupta imzası bulunan diğer 13 kişiden birinin bu yanlışı fark ederek, düzeltilmesini talep etmesi daha olası değil midir? Aslında Alexandre’in, mektupta belirtilen şekilde bir doktrin öğrettiği olasılığı göz ardı edilemez.  Belki de o zamanlarda, diğerlerinin de etkisi ile Alexandre’in teolojik konumu oldukça gelişmiştir. Bir zamanlar Arius ve Alexandre ortak, hatta arkadaştırlar, ve o zamana kadar aralarında herhangi bir münakaşa olduğu yönünde bir kanıt bulunmamaktadır. İlk temayülümüz, Arius’un teolojik fikirlerinde bir değişiklik olduğu yönündedir, fakat elimizde Arius’un herhangi bir dönemde farklı bir teolojik duruş sergilediğine yönelik bir delil bulunmamaktadır. Alexandre’e gelince, elimizdeki delil, sıra dışı olmasına rağmen daha belirgindir. Sozomen, Alexandre’in bir noktada konumundan emin olmadığını savunmaktadır (Sozomen I, 15). Alexandre’in o dönemde, kişisel sekreterliğini yapan, ve Oğul’un ebedi ve eşit varlığı yönündeki düşüncesiyle Arius’un önde gelen muhaliflerinden biri olan Athanasius ile olan yakın arkadaşlığı da bilinmektedir. Bu sebeple, en azından, teolojik konumunu değiştirmiş olanın Arius değil, Alexandre olduğunu varsaymak mümkündür.    
Bu döneme ait olması muhtemel bir diğer ilginç belge ise, ismi belli olmayan biri tarafından kaleme alınmış olan Expositio Fidei veya İnanç Beyanı’dır. Bir zamanlar bu yazının Athanasius’a ait olduğuna inanılmakta olup, günümüzde bu şüphe götürür bir bilgidir. Bu belge ile ilgili söylenebilecek tek şey, çekişmenin ilk yıllarında kaleme alınmış olmasıdır. Ele alınan önermeler Ariusçuların ortaya koyduğu ifadeler olsa dahi, Ariusçulara yönelik net bir kanıt mevcut değildir. Bununla birlikte, Oğul’un Tanrı ile olan ilişkisini tasvir etmek adına homousious teriminin rahatlıkla kullanılmış olması, belgenin, bu sözcüğün münakaşaya sebep olduğu dönemlerden önce yazıldığını göstermektedir (NPNF IV, 83). Öne sürdüğü öğretinin ise Ankara piskoposu (Hanson 231-2) Marcellus’unkine benzer olduğu ortaya atılmış olup, öte yandan bu varsayım tamamıyla farazidir.   
Benim ExpositoFidei’nin bu döneme rast geldiği doğrultusundaki düşüncemi destekleyen sebepler, tamamıyla içeriklere bağlıdır. Benim çalışmam, Arius’un kendi yazdığı “expositofidei”nin dört katı uzunluğunda olduğundan, çok yer kaplayacaktır. Öte yandan bu belgede ele alınan konular, o dönemde İskenderiye’de tartışılan konularla aynı olup, sonrasında meydana gelen karmaşık tartışmaları içermemektedir. Esasen, İnanç Beyanı’nda yer verilen ifadelerin çoğu, Arius’un mektubunda öne sürülen iddiaları hedef almaktadır. Konu seçimindeki benzerliklere dikkat edin:    
<-Arius ve diğerleri                                                                                                             Expositio Fidei->
 
“[Oğul], Valentinus’un düşündüğü gibi Baba’nın soyundan meydana gelmemiştir.”
 
“[Oğul] Mükemmel Olanın bir ürünü değildir…ondan çıkmamıştır.”
 
“Oğul, ne Mani’nin söylediği gibi, ne de Sabellius’un Birliği ayırmak adına “Baba-Oğul” ifadesini kullandığı gibi Baba ile aynı varlığa sahiptir [homoousion].
 
“Ne de Oğul’a “aynı varlıktan” [homoousion] yerine “bir varlık” [monoousion] diye hitap eden Sabellius taraftarları gibi “Baba-Oğul”u öğretir, ve Oğul’un bireysel varlığını reddederiz”.
 
“[Oğul], Hieracas’ın söylediği gibi, bir fenerden oluşan başka bir fener, veya bir lambanın ateşinden meydana gelen başka bir lamba değildir… Ve eğer “soydan gelen” [Jeremiah 1:5] ve “Baba’dan doğdum ve var oldum” [John 16:28] ifadeleri, bazı kimselerce Oğul’un Baba ile eş bir varlık [homooousion] olduğu şeklinde yorumlanırsa, Baba’nın bir birleşimden türeyen, bölünebilen ve değiştirilebilen bir varlık olması gerekir”.
 
“[Oğul], [Tanrı’nın] değiştirilemeyen doğasının bir bölünmesi değildir. . . fakat, bir kuyudan doğan nehir gibidir. Gözle görülen iki varlık ve iki isim vardır… ne kuyu nehirdir, ne nehir kuyudur, ikisi de kuyudan nehre akan kanaldaki tek ve aynı sudur, bu sebeple Baba’nın Kutsallığı hiç ayrılmadan ve sapmadan Oğul’a geçer, çünkü İsa: “Tanrı’dan geldim ve var oldum” demektedir.
 
“[Oğul] önceden var olmamış, veya yeni bir Oğul olarak doğmamış veya yaratılmamıştır”.
 
“Kendisi, yaratılmış bir varlık değildir… fakat, bizim için giydiği vücut yaratılmıştır. Jeremiah’ın dediği gibi: “Tanrı bizim için, insanların yönelmesi gereken kurtuluşun filizlenmesi için yaratmıştır” [Jeremiah 31:22]. Fakat Aquila’ya göre aynı metin şu şekildedir: “Tanrı kadınlarda yeni bir şey yaratmıştır”… Buna göre, Kurtarıcının yeni baştan yarattığı kurtuluş, Jeremiah’a göre “bizim için yaratılan yeni bir kurtuluş”, Aquila’ya göre ise, Meryem’in içinde “Tanrı’nın Kadınlar için yarattığı yeni bir şeydir”. Çünkü İsa’nın vücudu hariç, kadınlar içinde yeni bir şey yaratılamaz… Bu durumda her ki metinde de yaratılan varlık, İsa’nın vücut bulmasına atıfta bulunmaktadır.  
 
“Onlara göre, manevi Tanrı bir vücuda sahiptir, dolayısı ile bedenselliğin tüm sonuçlarına tabidir”
 
“[Biz], dünyanın kurtuluşu için Oğul’un doğmasını sağlayan vücudu Tanrı’ya yakıştırmayız.”
 
“Böylece üç farklı varlık meydan gelir [treishypostaseis], ve her şeyin sebebi olan Tanrı, yegâne ezeli olandır.”
 
“Dinsizler gibi birden fazla Tanrı’nın varlığını savunmayalım diye, insanoğluna benzer bir fiziksel doğaya sahip, birbirinden farklı üç varlık [treishypostaseis] kabul edemeyiz”
 
“Tanrı O’nun hükümdarıdır.”
 
“Tanrı’nın emrettiği ve buyurduğu her şeyi, Oğul da emreder ve buyurur”.
 
“Biz, tek ve gerçek olan Tanrı’nın tek Oğlu’nu biliriz…”
 
“John’un evrensel sözlerde de dediği gibi, Gerçek [Oğul] Gerçek Tanrı’dandır: “Gerçek olanla, Oğlu Hazreti İsa vasıtasıyla birlik içerisindeyiz. Bu, Gerçek Tanrı ve baki hayattır [1 John 5:20].”
 
“Oğul…Baba’dan doğan ve zaman yokken yaratılan, önceden var olmayan, fakat her şeyden önce tek Baba’dan yaratılan. Oğul, doğal olarak başka bir şeyle ilgili olarak diğerlerinin iki farklı baba olduğunu ifade eden söylemleri gibi, Baba ile ortak [ama] bir varlık değildir. ”
 
“Oğul, Baba ile birlikte sonsuzdur, çünkü Baba’nın sinesindedir. Baba’nın sinesi hiçbir zaman Oğul’un tanrısallığıyla boş kalmamıştır… Biz O’nu bir yaratık veya yoktan var edilen olarak görmeyiz. O, kendisinde var olan, Birden var olan birdir, şerefi ve gücü sonsuz ve müşterek olarak Baba’dan doğmuştur, çünkü” Oğul’u gören Baba’yı görmüş demektir[John 14:9]. ”
 
Bu örnekler, Exposito Fidei’nin Arius’un mektubu ile benzerliklerini ortaya koymakta olup, muhtemelen bir veya birden fazla İskenderiye papazı tarafından kaleme alınmıştır. Dahası, bu ifadeler, Alexandre’in sorgulaması esnasında Arius karşıtı tarafların resmi beyanları olabilir, ve Anthanasius’un bu oluşumda parmağı olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır.
Alexandre’in, papazlar toplantısında, kabul edilmiş olan Ortodoksluğa aykırı hiçbir öğretinin ifade edilmesine izin vermemek yerine, açık bir tartışma ortamına izin vermiş olması şaşırtıcı olabilir. Fakat, genel kabul görmüş bir Ortodoksluğun, o dönemde henüz oluşum aşamasında olduğunu da unutmamak gerekir. Colm Luibheid’in açıkladığı üzere:
Burada hatırlanması gereken nokta, Ariusçular ile çekişmelerin başladığı dönemde, Baba-Oğul-Kutsal Ruh ve İsa’nın tanrısallığı ve insanlığı arasındaki ilişki doğrultusundaki sorunlarda, daha ileriki zamanlarda uzlaşmaya varılacak olmasıdır. O dönemde, önemli sorulardan bazıları henüz yalnızca sorulma aşamasında olup, bu dönemden sonra tüm Hıristiyanlığı ilgilendirecektir" (Luibheid 3).
Sozomen ise, Alexandre’in toplantı sırasında “her iki tarafın da şüphe arz eden konular üzerinde özgürce tartışmasını uygun görmesi, ve fikir birliğinin zorlamadan ziyade ikna yoluyla sağlanmasına” (I. 15) atıfta bulunarak, Luibheid’in yukarıda belirtilen ifadesi ile aynı fikirde olduğunu ortaya koymaktadır.  
Maalesef, toplantı Alexandre’in umduğu gibi sonuçlanmamıştır. Sozomen devam eder:

Münazaralarda genelde olduğu gibi, bu olayda da her iki taraf zafere ulaşmak istedi… Konsey ikinci kere toplandı ve aynı noktalar tartışıldı, fakat aralarında anlaşmaya varamadılar. Tartışma esnasında, Alexandre ilk önce bir tarafa, sonra diğer tarafa yakın göründü, fakat sonunda, Oğul’un Baba ile aynı varlıktan (homousios) olduğunu ve Baba ile beraber ölümsüz olduğunu savunan tarafta olduğunu açıkladı ve Arius’a da bu doktrini benimsemesi ve önceki düşüncelerini reddetmesini emretti. Fakat Arius, uyum sağlaması için zorlanamazdı ve piskoposların ve rahiplerin çoğu, onun öğretisinin doğru olduğunu düşünmekteydi” (I, 15).
Alexandre nasıl bir yol izlemiştir? Bu konuda eski kilise tarihçileri arasında bir karışıklık söz konusudur. Hepsi, Arius ve yandaşlarının eninde sonunda aforoz edilecekleri ve İskenderiye’den sürülecekleri konusunda hem fikirdirler. Öte yandan, bu tarihçiler aynı zamanda Arius’un bir süre daha şehirde kaldığını ve kilisedekilerle işbirliğinde bulunduğunu söylemektedirler. Epiphanius açıkça, Arius’un aforoz edilmesinin toplantıdan bir hayli sonra gerçekleştiğini belirtmektedir (LXIX, 4:1). Çeşitli varsayımlar karşılaştırıldığında, Alexandre’in ilk seçtiği yolun Arius’u aforoz etmek değil, Baucalis cemaati yöneticiliği konumundan azletmek olduğu ortaya çıkmaktadır. Theodoret’in de belirttiği gibi, “Alexandre, O’nu papazlık komutanlığından almıştır” (I.2). Fakat, Alexandre tarafından damgalansa dahi, Arius hala cemaatle işbirliği yapma özgürlüğüne sahiptir.
Bu noktada, Arius ve destekçileri, durumu tersine çevirmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Öncelikle Suriye ve Filistin’dekiler olmak üzere, Mısır dışındaki piskoposları da konuya dahil etmek adına kapsamlı bir mektup kampanyası başlatmışlardır. Bu piskoposlara savundukları öğretileri yazılı olarak göndermişler, ve eğer bu duyguların Tanrı’dan geldiğini kabul ederlerse, bunun, onları rahatsız etmemeleri yönünde Alexandre’e bir mesaj olacağını, fakat bu öğretileri reddederlerse, konu ile ilgili olarak hangi düşüncelerin açıklanması gerektiği ile ilgili ellerinden geleni yapacaklarını belirtmişlerdir” (Sozomen I, 15).
Şaşırtıcı olarak, basit bir destekten daha fazlasına ulaşmışlardır. Özellikle Caesarea piskoposu Eusebius Pamphilus olmak üzere, çok sayıda piskopos Arius ile hem fikir olduğunu bildirmiştir. Düşüncesini tekrar gözden geçirmesi için Alexandre’e mektup yağmaya başlamıştır.
Alexandre, otoritesinin Arius tarafından göz ardı edilmesini hoş karşılamamıştır. Arius’a karşı düşmanlığı gün geçtikçe artmış ve sonunda bir oturum esasında Arius ve yandaşlarının aforoz edilmesi ve Arius’un İskenderiye’den sürülmesine karar vermiştir.
Bu arada, düşmanı Licinius’u yenmiş (Eylül 324) ve Roma imparatorluğunun doğu bölgelerinin kontrolünü eline almış olan Roma İmparatoru Konstantin, İskenderiye’ye ilk imparatorluk ziyaretini gerçekleştirmek üzere yoldadır. Konstantin, Hıristiyanlar arasında saygın bir yere sahiptir ve bu desteği güçlendirmek istemektedir. Tabii ki, İskenderiye’deki olaylardan haberi yoktur. Diğer yandan, seyahatinin dörtte üçü tamamlandığı sırada, İskenderiye’deki olaylar dikkatine sunulmuştur. Elimizde haberleri nerede ve nasıl aldığı konusunda bir bilgi bulunmamakta olup, benim kişisel fikrim, Eusebius Pamphilus’dan, Caesarea’da öğrendiği yönündedir. Bu düşüncemin birkaç sebebi vardır: 1) Caesarea, Konstantinopolis’ten İskenderiye’ye olan yolun tam dörtte üçlük kısmında yer alır; 2) Bu mektup, Eusebius vasıtasıyla elimize geçmiştir, ve Konstantin biyografisinde yer alan diğer tüm mektuplar da kendi kişisel kopyalarıdır; 3) Konstantin’in Alexandre ve Arius’a yazığı mektupta (Konstantin’in Hayatı II, 64-72), konu ile ilgili olarak Eusebius’a fazlasıyla benzer bir tavır takınmaktadır. Diğer bir deyişle, asıl önem verdiği konu kilise içerisinde birliğin sağlanması olup, doktrinsel konular ikinci plandadır. Bu durum ise, Konstantin’in mektubu Caesarea’da, Eusebius’un mevcudiyeti ve etkisi altında yazdığı olasılığını güçlendirmektedir.
Maalesef, Konstantin’in mektubu çok geç gelmiştir. Mektup İskenderiye’ye geldiğinde, Arius ve yandaşlarının aforoz edilmeleri çoktan gerçekleşmiştir, ve Arius Eusebius ile birlik olmak için Caesarea’ya doğru yola çıkmıştır (Epiphanius LXIX, 4:1). Bu ise, çekişmenin ikinci evresinin başlangıcı olup, başka bir zaman anlatılacaktır.
Bibliyografi:
Ancient Works Cited Athanasius. De Synodis in Nicene and Post-Nicene Fathers IV; trans. A. Robertson, pp. 448-480, 1891. Epiphanius. Panarion. trans. F. Williams; Leiden: E.J. Brill, 1994. Eusebius Pamphilus. Ecclesiastical History in Nicene and Post-Nicene Fathers I; trans. A.C. McGiffert, pp. 81-387, 1890. ——. Life of Constantine in Nicene and Post-Nicene Fathers I; trans. A.C. McGiffert, pp. 481-559, 1890. Pseudo-Athanasius. Expositio Fidei in Nicene and Post-Nicene Fathers IV; trans. A Robertson, pp. 83-5, 1891. Socrates Scholasticus. Ecclesiastical History. London: Samuel Bagster and Sons, 1842. Sozomen. Ecclesiastical History. London: Samuel Bagster and Sons, 1846. Theodoret. Ecclesiastical History. London: Samuel Bagster and Sons, 1843. Modern Works Cited Barnes, Timothy. Constantine and Eusebius. Cambridge: Harvard UP, 1981. Hanson, R.P.C. The Search for the Christian Doctrine of God. Edinburgh: T & T Clark, 1988. ——. “The achievement of orthodoxy in the fourth century A.D.” The Making of Orthodoxy. Cambridge: Cambridge UP, 1989. Hefele, Charles. A History of the Christian Councils. Edinburgh: T & T Clark, 1872. Luibheid, Colm. The Council of Nicaea. Galway: Galway UP, 1982. Stead, Christopher. “The Origins of the Doctrine of the Trinity.” Substance and Illusion in the Christian Fathers. London: Variorum Reprints, 1985. Williams, Rowan. Arius: Heresy and Tradition. London: Darton, Longman and Todd, 1987. ——. “Does it make sense to speak of a pre-Nicene orthodoxy?” The Making of Orthodoxy. Cambridge: Cambridge UP, 1989. 

Düzenleyen: Baran Karaman


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder