13 Ağustos 2014 Çarşamba

ŞEYH SÂFÎ MENAKIBI VE BUYRUKLAR

ŞEYH SÂFÎ MENAKIBI VE BUYRUKLAR
Ahmet TAŞĞIN 


ÖZET 
Bu makale, Milli Kütüphanede bulunan yazma bir buyruğu konu almaktadır. Adı geçen buyruk, Menâkıbı Şeyh Sâfî ismiyle kayıtlıdır. Metne bağlı kalarak buyruk, günümüz harflerine aktarılmıştır. Asıl metin de makalenin sonuna eklenmiştir. 

Giriş 

Alevi-Bektaşi yazılı kaynakları arasında yer alan buyruklar, Alevi-Bektaşilerin inanç, ibadet, sosyal ilişkilerini içine alan önemli veri kaynakları arasındadır. Bu yönüyle buyruklar, Alevi-Bektaşilerin dinî-sosyal yapılarına yönelik yazılı kaynaklara başvurarak yapılacak araştırmalarda temel başvuru kaynağıdır. Bu önemine karşın buyrukların bir koleksiyonu oluşturulamadığı gibi karşılaştırılmalı bir çalışma da yapılamamıştır. Özellikle farklı şahıslarda bulunan buyruklar bir araya toplanmalı ve oluşturulan bu yeni koleksiyona bağlı olarak Alevi-Bektaşi toplulukları arasındaki farklılaşmanın bir boyutuna ışık tutulmalıdır. Ayrıca sözlü kültürle beslenen Alevi-Bektaşi sosyal yapısının açıklanması için bir adım daha atılmış olacaktır. Bundan dolayı bu metinler belirli bir program çerçevesinde hazırlanıp yayımlanmalıdır.
Bir sonraki aşamada yazılı kaynakları ile yaşanan Alevi-Bektaşilik arasındaki ilişki kurularak bu metinlerin daha iyi anlaşılmasına çalışılmalıdır. Kaynaklarda aktarılan ve grubun kurgusunu sunan şema, yaşanan Alevi-Bektaşilik sosyal yapısıyla sürdürülmektedir. Yani Alevi-Bektaşi dinî-sosyal yapısının yine bu kaynaklar aracılığıyla oluşturulduğu veya bu yapıyla başa baş gittiği konusu göz önünde tutulmalı ve bu yapının bu yolla çözümlenmesinin anlaşılmasına yardımcı olacağı hatırdan çıkarılmamalıdır. Bir başka ifade ile Alevi-Bektaşi yazılı kaynaklarının tarihsel süreci takip edilerek dinî-sosyal yapılarına ilişkin bir açıklamanın siyasal propagandadan uzak yapılabileceği imkânlarından söz ediyorum. Bu bakımdan da buyrukların ortaya çıkışı üzerinde durmak gerekmektedir. Buyrukların kimin tarafından, nerede, ne zaman yazıldığı bilinmemektedir. Buna karşın Anadolu merkezli olduğu gibi bir hava oluşturulmakta ve daha da ileri gidilerek Anadolu’dan Safeviler’e katılan topluluklar tarafından oluşturulduğu izlenimi verilmektedir.

Bu konuda daha belirgin ve üzerinde durulan kısım buyruklar ile Safeviler arasında kurulan ilişkidir. Bu ilişkinin kurulmasının nedeni ise Safevilerin siyasal propagandanın bir parçası olarak kendi bağlılarını kontrol altında tutmak ve aynı kaynaktan beslenen bir topluluk oluşturmanın bir aracı olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle Safeviler, bağlılarını kontrol altında tutmayı kolaylaştıracak bir çalışmayla buyruğu ya ilk defa bir araya getirmişler veya çoğaltarak bağlılarına dağıtmışlardır. Hatta bu ifadeye dayanak olarak, Osmanlı arşiv belgeleri arasında Safevi propagandasının bir parçası olan kitapların yakalandığı belgelenmektedir.
Buyruklar, Şeyh Sâfî Buyruğu, İmam Cafer Buyruğu, Menakıb, Menakıbı Evliya şeklinde isimlendirilmektedir. Ama bilinen ismi Menâkıbu’l-Esrâr Behcetü’l-Ahrâr’dır. Kısaca bu eserlerin tamamına buyruk denilmektedir. Şeyh Sâfî, İmam Cafer Buyrukları diye isimlendirilmelerinin sebeplerinden birisi içerikleri itibariyle bu şahısların sözlerine ve menakıblarına yer vermesi olduğu düşünülebilir. Oysa metnin büyük bir bölümü ya da metne asıl biçimini veren Şeyh Sâfî ve Şeyh Sadreddin’dir. Buyrukların çoğaltılıp Alevi-Bektaşi (Kızılbaş) toplulukları arasında dağıtılması ile isimlendirilmesi arasında birebir kurulan bağlantıyla Şah İsmail’e bağlanmasının çok acelecilik olduğu düşünülebilir. Bu görüşü acelecilik olarak gösteren noktalardan birisi Şeyh Safi Buyruğu olarak isimlendirilmesinin propagandanın bir parçası olmadığı ilk akla gelenidir. Çünkü Şah İsmail ve onun propagandasından önce Şeyh Sâfî ve İmam Cafer Sadık’ın bu topluluklar tarafından bilinmekte ve saygı duyulmakta olduğu daha gerçekçi görünmektedir. Bunun nedeni ise bu şahıslar ve onların ağzından dile getirilen öğretinin Alevi-Bektaşi (Kızılbaş) toplulukları tarafından daha önceden de kabul gördüğü ve buyruklarda dile getirilen konuların bilindiği hatta uygulandığının unutulmaması gerekir. Oysa bu toplulukların buyruklar üzerinden tarihi zımmen Şah İsmail ile başlatılmaktadır.
Buyruklar,
Şeyh Sâfî ile Şeyh Sadreddin arasındaki sorulu cevaplı konuşmalara uzunca yer vermektedir. Bu da gösteriyor ki Şeyh Sâfî’ye ait en azından bazı sözlerin çok eski bir tarihten itibaren aktarıldığı ve tarikatın ana yapısını sunan görüşlere yer verildiği dikkatlerden kaçmaktadır.
Esasen bu geleneğin sürdürüldüğü yapının bir parçası olarak buyruklar ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Safevi tarikatı önderleri sadece yukarıda bahsedilen buyruk geleneğini sürdürmüşlerdir. Bu eserler dede-tâlip ilişkisi ile bu ilişkinin sürekliliğinin sağlamasındaki en etkili yol olarak görülmüştür. Bu nedenden dolayı da buyrukların Safeviler döneminde daha yaygın yazılı bir metin olarak ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Bugüne kadar elde edilen bilgiler ışığında mevcut buyruk nüshalarından hiçbiri Safevi dönemi öncesine ulaşmamaktadır. Bundan dolayı da araştırmacılar buyrukların tarihini daha çok bu dönemden itibaren başlatmaktadırlar. Oysa buyruklar ve Safevi tarihi kaynaklarındaki kimi bilgiler, buyrukların içeriklerinin Safevilerden önce var olduğunu göstermektedir.

Buyrukların Safeviler döneminde yaygın yazılı bir metin haline getirilişine; Safeviler, sözlü kültüre bağlı konar-göçer topluluklardan oluşmaktadır. Devletleşme sürecine kadar etkin bir güç olan bu yapı, devletleşme sürecinde tehlikeli olmuş ve dolayısıyla değiştirilmiştir. Yerleşik hayatın görünürlüğü devletin kurumlarını oluşturmasıyla ortaya çıkmıştır. Devletin bu topluluklar özerindeki otoritesi, onları yerleşikliğe ve sözlü kültürden yazılı kültüre doğru itmesiyle sonuçlanmıştır. Otoritenin topluluklar üzerlerinde kurulmasının en büyük aracı yazılı metinler görülmüş ve mensuplarının arasında bağlılığı sürdürmenin bir parçası haline gelmiştir. Dolayısıyla yazılı eserler, bu haliyle hem topluluğun farklılıklarını gidermek hem de yerleşik hayatın gereklerini kolaylaştırmak işlevi görmüştür.


Safeviler, Osmanlı coğrafyası da dahil birçok Türkmen topluluğunu kendi bünyesinde toplayarak devletlerinin kuruluşunda onların katkılarını almıştır. Safevi-Osmanlı ilişkileri her iki devletin siyasî-dinî-ekonomik ve sosyal alandaki politikalarında belirleyici olmuştur. Safeviler, bu politikaların bir parçası olarak buyrukları, hem kendi sınırları hem de Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yaşayan bağlılarıyla var olan ilişkilerinin sürekliliği için gerekli görmüşlerdir. Bunun için de Safeviler bağlılarına yönelik, buyrukların da içinde yer aldığı yazılı kaynakların da içinde bulunduğu faaliyetlere girişmişlerdir.
Uzun süre Alevi-Bektaşi toplulukları arasında en önemli kitap olarak saklanan ve grubun dışına çıkarılmayan buyruklar, önce basın-yayın alanında yaşanan modernleşme daha sonraki yıllarda da kırdan kente doğru başlayan göçlerle kentlerde herkesin ulaşabileceği bir metin haline gelmiştir. Anadolu’da bulunan ve yayımlanan buyruklar içerisinde bilinen en eski nüsha Bisâtî isimli birisi tarafından kaleme alınan buyruktur. Bisâtî’nin Buyruğundan ilk defa bahseden ve bu buyruğun yine ona ait olduğunu belirten de
Abdlübaki Gölpınarlı’dır. Bu isimlendirme böyle kabul edilmiş ve daha sonraki araştırmacılar tarafından da böyle devam ettirilmiştir. Bisâtî’ye atfedilen bu buyruk, esasen Gölpınarlı’nın kendi kitaplığı arasında yer alan bir başka buyruğa dayandırarak isimlendirmesinden başka bir şey değildir. Aksi halde bu eserin Bisâtî’ye ait olduğuna dair eserin bizatihi kendisinde herhangi bir işaret yoktur. Hatta bu eserin Bisâtî tarafından yazıldığına dair de bir ipucu dahi yoktur.
Bunun dışında yayımlanan buyruklar, Türkiye’de muhtelif yerlerden derlenen yazma nüshaların günümüz harflerine dönüştürülmesinden oluşmaktadır. Bunlar arasında ilk yayımlanan,
Sefer Aytekininkidir. Buna benzer bir metni Fuat Bozkurt, hem ifadelerini hem de başlıklarını okuyucunun metne daha kolay ulaşmasını sağlamak amacıyla düzenlemiştir. Bir başka buyruk yayımlayıcısı Mehmet Yaman’dır. Yaman, yayımladığı buyrukta bazı bölümleri yayımlamadığını belirtmektedir. Aynı yazarın yayımladığı bir başka buyruk daha bulunmaktadır. Esat Bozkurt tarafından hazırlanan buyruk ise bu serinin sonuncusudur. Sefer Aytekin ve Fuat Bozkurt tarafından yayımlanan nüshaları andırmaktadır. Yazar, konu bütünlüğü ve ifadelerin düzgünlüğü üzerinde durarak okur-yazarların zihin dünyasına yönelik bir metin oluşturmuştur.
Bu makalede yayına hazırlanan buyruk, Milli Kütüphane’deki yazmalar arasında bulunmaktadır. Kütüphanedeki bilgileri şöyledir: 06 M.K. Yz. A 6097/5 Menâkıb-ı Şeyh Sâfî (1069-1658), (140a-156b) y. 238X170 mm. Makalenin hazırlanışında asıl metne uyulmuştur. Ayetlerin sure ve ayet numarasını da çevirilerle birlikte verdik. Kitabın okuyucu tarafından rahat okunabilmesi için paragraflar ve bölümler tarafımızdan oluşturuldu. 

Yazma Buyruk Nüshası 
[1b] Menâkıb-ı Sultân Şeyh Sâfî
Bismillâhirrahmânirrahîm “Lâ fetâ illâ Alî lâ seyfe illâ Zulfikâr”

Pîr-i pirân ve şecâat-ı sultân mürşid-i benî Âdem kânî-yi kerem olan Şeyh Sâfî kuddise sirruhu’l-azîz buyurur ki “Elestu” deminden ervâhı mü’min olan kimse kim evvel ikrar verip “Men, Muhammedü’l-Mustafâ ve Aliyyü’l-Murtezâ hazretlerinin yoluna giderim” diye dava eden talip ve muhabbet-i hânedân olan kimselerin üzerlerine on iki farz ve on yedi sünnet lâzime-i erkândır [2a] ve bilmesi vaciptir.

Sultan Şeyh Sadreddin eydür: “Yâ Şeyh, nedir?” 

Şeyh Sâfî eydür: Evvelâ farz budur ki bir canı kabul eylediği ile evvel muhabbet edip birbirleriyle müşkül hall eylemek. 

İkinci farz budur ki mürşit karşısına gelmek. 

Üçüncü farz budur ki rehbere ikrar vermek. 

Dördüncü farz musahip ile “lahmuke lahmî, demuke demî, cismuke cismî, rûhuke rûhî” olmak. 

Beşinci farz, pîre ikrar vermek. 

Altıncı farz, hatiyyesini unutmak

Yedinci farz, erkân düşmek. 
 
Sekizinci farz, ilmiyle amil olmak. 

Dokuzuncu farz, uluya hizmet etmek. 

Onuncu farz, ikrarından dönmemek. 

On birinci farz mürşide yalan söylememek.

On ikinci farz, dil ile ikrar, kalbiyle tasdik, özüyle teslim olmak. 

Ve dahi on yedi sünnet beyan eder. 

Sünnet-i evvel, mürşit havfi çekmek. 

İkinci sünnet, rehber havfi çekmek. 

Üçüncü sünnet [2b] musahip ile hoş yola gitmek. 

Dördüncü sünnet, sırrı sır etmek. 

Beşinci sünnet, dîni dinlememek.

Altıncı sünnet, eliyle komadığı nesneyi kaldırmamak. 


Yedinci sünnet, şeriate varıp müşkülünü eriştirmemek. 

Sekizinci sünnet, gıybet eylememek. 

Dokuzuncu sünnet, lokmaya el sunmamak. 

Onuncu sünnet, bir kimsenin hanesine izinsiz basmamak. 

On birinci sünnet, tarîksız tercüman yememek. 

On ikinci sünnet, mürşit dile gelmezden evvel söylememek dâr mahallinde. 

On üçüncü sünnet, üzerine kesilen tercümanı yirmi dört saat gücü yeterse uzatmamak yahut mühlet almak. 

On dördüncü sünnet, özünü dâra vermek. 

On beşinci sünnet erkân düşerken kalbine kara getirmemek ‘acep kabul olur mu olmaz mı’ dememek. 

On altıncı sünnet, kendisini haramdan hıfz etmek. 

On yedinci sünnet, kalbi kara kimsenin lokmasını [3a] yememek. 

On yedi sünnet, budur ki zikr olundu. 

Şeyh Sadreddin eydür ki: “Yâ Şeyh, bir talip mürşidinî ve rehberini koyup şer’a varsa dava için ne lâzım gelir?” 

Şeyh Şâfî eydür: “O talibin adım başına on iki günah yazılsa gerektir ve kaldı ki münkire müteşekki eyleyip her kaç akçeden ihraç eyledi ise şekvaya giden talip yola gelip görüldüğü vakitte o kadar akçe alıp o talibe vereler. Badehu bir o miktar post hakkı alıp nısfını ayn-ı ceme tercüman edeler. Badehu tercüman doksân dokuz tarîk ile yol bulunur” diye cevap verdi. 

Şeyh Sadreddin eydür: “Yâ Şeyh, bir talip, avrat boşasa ne lâzım gelir?

 Şeyh Sâfî eydür ki: “Avrat boşamak üç kısımdır. Evvel birisi ‘avradım çirkin’ diye boşasa derdine derman güç bulunur veyahut ‘ev işi görmez’ diye boşasa yine güç bulunur. Ama sözümden taşra gidip bağını be-gayrıya [3b] izinsiz nâdana perişan ettirip sözün tutmazsa üç kere tembih olsa cevabını tutmazsa akıbet bir kurban üç kuruş üstat hakkıyla yol bulunur.” 

Şeyh Sadreddin eydür: “Yâ Şeyh avrat boşayanın birisine yol olmaz derler. Siz ‘yol olur’ diye cevap verdinîz, ne hikmet?”

Şeyh Sâfî eydür: “Evvelâ, talip mürşidin gözünden ve rehberin gözünden ve gönlünden çıksa o, talip olabilir mi? İmdi avrat talip, er mürşittir. Avrat, erinin cevabından çıksa o zaman emrinden ihraç olmuş olur, ne hacet izin vermeye?” diye cevap verdi. 

Şeyh Sadreddin eydür ki: “Yâ Şeyh, bir talip kaç farz ve kaç sünnet ve kaç makam ve kaç mizan bilmeli ki, hakka yete?” 

Şeyh Sâfî eydür: “On farz on iki farz ve on yedi sünnet ve kırk makam ve yedi yüz yetmiş mizan bilmeli ki hakka yete.” 

Şeyh Sadreddin: “Yâ Şeyh, bir vakit olacak ki henüz kamil mürşitler bu harfleri [4a] bilmese gerektir?” 

Şeyh Sâfî eydür: “Talip olan kimseye üç farz kifayet ede. Nedir?”
Diye suâl eyledi.

“Evveli dil ile ikrar. 

İkinci kalbiyle tasdik. 

Üçüncü özüyle teslim.

 Bu üç farzın sebebiyle farz ve makamı ve sünneti tekmil olur” diye cevap verdi. 

“Bu farzların bir talip birisini yerine getirmez ise mürteddir. 

İkisini yerine getirmez ise tîreddir. 

Üçünü yerine getirmez ise kör ittir. O talibin yolda ve erkânda eli kalmasa gerektir” diye cevap verdi. 

Şeyh Sadreddin, “Belî haktır” dedi. 

Şeyh Sadreddin eydür: “Yâ Şeyh, bir mahalde hak cemi olsa, bir talip kendi hanesinde meks eylese, gelmese, o talibin hali ne minval üzere olur?” 

Şeyh Sâfî eydür: “O talibe sabaha değin yetmiş bin feriştehler beddua eder. Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail mahşer yerinde ona davacı olsalar gerektir. Kaldı ki, o talip sabahki gece [4b] günahın eline mürüvvet dilese ona yer bulunur. Ama çok sitem edip yol kazanımı ve kendi getirdiği yükü vurup post sahibi göze ve gönle Allah” diye cevap verdi.

Şeyh Sadreddin eydür ki: “Yâ Şeyh, bir talibin günahından mürşit ve gerek rehber geçse Hak subhânehu ve teâla hazretleri geçer mi?”

Şeyh Sâfî eydür: “Yol emriyle geçer yahut aslı nesli Hak-Muhammed-Ali’ye çıkarsa, kuvvetli olursa, ceddinîn hürmetine geçer. Yahut mürşit ve rehberi ‘ben seni üzerime alıp kabul ettim’ derse yine geçer.


İmdi bir talip sıdk ile günahın eline alıp hak meydanına gelip ‘özüm dârda, yüzüm yerde, dilim mürüvvette, malım tercümana teslim, canım hak yoluna kurban’ deyip sıdkıyle tövbe istiğfar eyler ise elbette o kulun günahını Hak teâla mağfiret eder. Mürşit sıdk ile af eyleyince, o talibin yüzü ve sözü sağ, mağfiret olsun.

Nitekim Kur’an’da buyurur: [5a] Bismillâhirrahmânirrahîm “İnnellezîne âmenû ve amilu’s-sâlihâti kânet lehum cennâtu’l-firdevsi nuzulen ¤ Hâlidîne fîhâ.” Yani bir kulum sıdk ile tövbe eyleyip özünü dâra sıdk ile teslim ve tasdik eylese o kulum elbette amel-i sâlih ve cennet-i alâ derûnunda mekânı firdevs olsa gerektir. 

İmdi Şeyh Sadreddin eydür: “Yâ Şeyh, bir talip, mürşit yahut rehber gözünden düşse bir saat yahut iki saat gelip mürüvvet dilemezse ne lâzım gelir?” 

Şeyh Sâfî eydür: “Bir saat mürüvvet dilemezse adım başına üç günah yazılır. Üç saat mürüvvet dilemezse on iki günah yazılır. Dört saat dilemezse kırk günah yazılır. Beş saat dilemezse yüz günah yazılır. On iki saat dilemezse adım başına yetmiş günah yazılır. Bir talip on iki saat gelip günahını dilemeyip başıboş gezip badehu meydana gelse o talibe evvela bir çift kurban ve yedi kuruş üstat [5b] hakkı ve kırk tarîk vurup ekalli bir saat dâr bekleyip ondan yer bulunur, pak olur” diye buyurdu. 

Şeyh Sadreddin: “Haktır” dedi. 

Şeyh Sâfî eydür: “Bir talibin musahibi yola gitmeyip kendisi ‘ben giderim’ diye talep eylese musahibi cevap vermese ki ‘ben bugün gitmem yarın giderim’ dese o dese ki ‘malım, canım yoluna kurban; meydanda yolumuzu yapıp gidelim’ diye üç defa teklif eylese o ‘ben gitmem’ dese, cevap verse, o vakit musahibi kimse bir âşina tutup onunla yola gider ve âşinası dahi gitmem dese bir meşrep tutup, onunla gider ve meşrep dahi gitmez ise bir çekindâş tutup onunla gider. Hak yoluna giderim diyen kimse şâhkerim dahi ola, koyup bend edemez, meğer teberrâ ola. Yoksa yol gidenindir. Ama sonra musahibi pişman olup gelir ise yine maan beraber birliğe batıp yola gider. Ama bir [6a] olması erkân değildir. ‘Ne için’ dersen, kız kardeşiyle olsa bir adam teslim kapısına varsa kafir olur. Varmaz ise musahip kolunda yerin olmaz. Kat-ı kelâm nikâh düşmeyince musahip olması erkân değildir. Lâkin musahip musahibi yer mi yahut yemez mi? Onun ara yerine Şâh-ı Merdân dahi koşmaz kendi lokmasıdır. 

Evvela mümin olan ve talip olan kimseye dört kapı haktır. 

Birinci kapı rehber kapısıdır. 

İkinci kapı musahip kapısıdır. 

Üçüncü kapı mürşit kapısıdır.

Dördüncü kapı mihmanın haklısı haktır ve rehberin haklısı haktır ve mürşidin yine haklısı haktır. 


Ama musahip olduktan sonra gerek hak olsun, gerek olmasın, ona elbette haklı haksız denilmez, bir olmalıdır. Ama bir talip hakkını bulup o [6b] kapıya varmaz ise yarın mahşer yerinde yüzü kara olsa gerektir. Elbette talip olandan hak dediği yere bu divan koşmaz ise o divan min-külli-vucuh koşmak mümkün değildir. Mahşer yerinde gözünü duman alıp rehberi olan ve mürşidi olan kimse görmese gerektir” diye cevap verdi. 

Şeyh Sadreddin, “Belî, haktır” dedi.

Bir talip ayn-ı cem içinde yahut taşrada yoldan düşse, o talip mürüvvet dilese, post sahibinin karşısına gelip ikrâr-ı îmân eylese tercüman gerek. Üstat hakkı ne lâzım gelir ise musahibiyle maan beraber vermelidir. Ama musahibinin birinde mal çok imiş, o musahibe güç olmaz. Malı çok olan verir, yolunu gördürür. Lâkin ikisinde mal olursa yarı yarıya verirler” diye cevap verdi. 

Şeyh Sadreddin eydür ki: “Yâ Şeyh, bir talip âşina kapısına gitmek murat eylese erkânı, yolu nedir?” 

Şeyh Sâfî eydür: [7a] “Evvelâ musahiple ikisi müşkül döküp ve tanışıp, sekiz canı söyletip birbirlerine gönlü olup ondan mürşit yahut rehber karşısına gelip ‘biz âşina oluruz’ deyiverip “demuke demî lahmuke lahmî cismuke cismî” olup ayn-ı cem içinde güvâh tutup ayrı gayrı olmayıp badehu sekizine bir Cebaril’dir kurban altmış iki pare rehber hakkıdır. Ama nısfı mürşide teslim olup badehu kırk erkân ama bir erkâna üçer akçe ve kırk iki pare hutbe hakkı alıp ondan yer………….. Ama hutbeyi her kim okursa rehber gerek mürşiddir o alır erkânı dahi kim verirse hakkını dahi o alır. Ama âşina talibi meşâyıh-ı i‘zâm-ı kutb olan kimseler üzengisi olan esbe kıyas eylemediği ecilden âşinası olmayan kimse palanlı esbe kıyas” buyurdular. “Musahip ile menzil alır ama geç alır” diye cevap verdi. “O ecilden ki o sekiz canın [7b] birisinde elbette hak bulunur. Onun sebebiyle yedisi dahi mağfiret olur” diye buyurdu.

Nitekim Kur’an’da buyurdu: Bismillâhirrahmânirrahîm Ve kul rabbi’ğfir ve’rham ve ente hayru’r-râhimîn.


Şeyh Sâfî eydür ki: “Bir talip bir talibin imanına sebt eylese, o talip bir cevap söylemese, post sahibinin karşısına gelip özlerin dâra verseler, o talibe üç saat dâr çektirip badehu bir çift kurban ve on iki kuruş üstat hakkı ve doksan dokuz tarîk ve tecdîd-i îmân edip yeni Müslüman olur gibi meydana getirmelidir. Lâkin birisi dahi ona sebt eylese, iki sene dahi bu minval üzere sitem olur, zira iman hakkın mekânıdır” diye cevap verdi. 

Şeyh Sâfî eydür: “Bir talibin bir talipte üç beş kuruş hakkı olsa hak ceminde talep eylese, o bir cevap eylese ki [8a] ‘bende bu adamın hakkı yoktur’ dese, hak sahibi iki güvâh bulunca o talipten hakkını tamamen ve kâmilen alıp badehu denilir. Kaldı ki sahib-i kutr ise ne mani yahut tasdik geçerse ne mani bir diyenler. Ama istek olan maldan mürşit ve gerek rehber bir akçe almaya kadir olmaz. Eğerçe o maldan alırsa şeriata kıyas olur. Öyle olmak hasebiyle almaya kadir olmaz” diye cevap buyurdu.

Şeyh Sadreddin eydür: “Yâ Şeyh, bir talip hanesinden çıkıp yaban vilâyete azm eylese, Yezid ile bir husus için kavga eylese, vücuduna Yezid eli değse ne lâzım gelir?” 

Şeyh Sâfî eydür: “O talip ayn-ı ceme gelip o vakit bir niyaz üç tarîk ile pak olur. Ama Yezid’in kabahati olmayıp kendisi dokunur ise bir Cebrail kurbanıyla yedi tarîkle pak olur. Ama iyilik ile bir münkir, bir mümine dokunsa bir şey [8b] lâzım gelmez. Zira pak murdarı kendiye uydurmaz” diye buyurdu. 

Şeyh Sadreddin, “Belî haktır” dedi. 

Şeyh Sadreddin eydür ki: “Yâ Şeyh bir talip kendi hanesinde otururken bir yol münkiri bir talip gelse beyhude kelâm söyle ya vursa, o hane sahibi dahi kendiye vursa ne lâzım gelir?” 

Şeyh Sâfî eydür: “Hane sahibi talibe bir şey lâzım gelmez. Lâkin o hanesini basıp duhul eden talip meydana gelir ise bir kurban üç kuruş üstat hakkı ve on iki tarîk ile pak olur. Ama hane sahibinin hatırını yapıp badehu ‘yeri dinle’ diye cevap buyurdu. 

Bir talip bir gece varıp ayn-ı cemde lokma yese, badehu sabah çıkıp bir talibin gıybetini eylese gıybet eyleyen adamın o gecede olan ibadeti havaya gidip badehu o gıybetini eylediği canın ne kadar günahı var ise o adama yazılsa [9a] gerektir. Yahut mürşidinîn gıybetini eylese gelip mürüvvet dilemese her bir adım başına yetmiş günah yazılır ve yedi lanet inse gerektir. Sonra gelip mürüvvet dilese bir çift kurban on iki kuruş üstat hakkı ve doksan dokuz tarîk vurup badehu yer dinle rehberine dahi bu minval üzeredir” diye cevap verdi. 

Şeyh Sâfî eydür: “Bir talip, mürşidine gerek rehberine taş atsa hakkı inkar etmiş gibidir. O adam Allah’ın düşmanıdır ve Muhammed’in hasmıdır. Zira hakkı inkâr eylediği ecilden.

Nitekim Kur’an’da buyurur: “Ve‘fu annâ ve’ğfir lenâ ve’rhamnâ ente mevlânâ fensurnâ ale’l-kavmi’l-kâfirîn.” Bu âyet-i kerîme üzere amil olan hakkı inkâr eyleyenin dinî fasıkdır ve kâfirdir” buyurdu. 


“Bir ayn-ı cem veyahut mürşit ve rehber meclisine varmak murat eylese başından tacı düşse bir şey lâzım gelmez. Zira tacı mürşide ve rehbere temennâ eylemiş [9b] gibidir. Ancak kendi işine giderken düşse, o zaman bir niyaz ile üç tarîk ile yer diyenler niyazı, gerek özüm ve gerek nân-ı aşîre, gerek hurma, her ne olursa olsun. 

Kaldı ki bir talip bir kimse ile kavga eylemeye giderken tacı düşse, o talibe bir Cebrail kurbanı ve yedi tarîk ve tarîk başına üçer akçe ve on yedi pâre üstat hakkı ondan yer dinle bir talip vali kapısına ve şeriata giderken düşse o zaman bir kurban on iki tarîk ve kırk pâre üstat hakkı ile yer dinle” diye buyurdu. 

Şeyh Sâfî eydür: “Bir talibin bir talipte isteği olsa ama isteği olan talip hanesinde yatıp ayn-ı ceme gelmeyip, ‘benim filan adamda istediğim var’ dese, o zaman onun isteği hak değildir. Ehli iman olan, ayn-ı ceme gelip isteğini talep eder. Ayn-ı ceme gelmeyenin isteği [10a] hak değildir. Ona yol haramisi tabir olunur. Haklıyı hak yoluna gitmeye komaz. Elbette hakla düşmandır, isteği hak değildir.”

Şeyh Sadreddin eydür ki: “Yâ Şeyh, bir talip bir ayn-ı ceme vardığı vakitte o talip kaç erkân ile gidip gelmelidir?” 


Şeyh Sâfî eydür: “Evvelâ bir talip ayn-ı ceme varacak olsa, on yedi erkân ile varıp hanesine gelmelidir. 

Evveli erkân budur ki, niyet eylemek. 

İkinci, kalbini pak eylemek. 

Üçüncü, avradına dahi sual eylemek ‘ırak yakın bir kimse ile yakın yerin var mı?’ diye.
Dördüncü, Müslüman maan beraber almak. 

Beşinci, ayn-ı ceme girerken ‘bismillah’ deyip eşiğinden sağ ayağını ileri basmak.
Altıncı, meydanda dâr-ı Mansûr olmak. 

Yedinci, mürşit olsun gerek rehber olsun temennâ eylemek. 

Sekizinci, kendi yerini tanıyıp postunda oturmak. 

Dokuzuncu, nefes söylenirken kelâm söylememek. 

[10b] Onuncu, hizmet görülürken söylememek. 

On birinci, mürşide gerek rehbere arkasını dönmemek. 

On ikinci, erkân yürürken kelâm söylememek. 

On üçüncü, yanında oturan Müslüman’a şehvet nazarıyla bakmamak, avradı dahi olursa. 

On dördüncü, mürşit ve gerek rehber söylerken nefesini kesmemek. 

On beşinci, post sahibi izin vermeyince cemden gitmemek. 

On altıncı, giderken post sahibine arkasını dönmemek. 

On yedinci, hanesine varınca ayn-ı cemde olan işle hayır ve gerek şer söylememek. 

Bu on yedi hem makamıdır hem erkândır” diye cevap verdi. 

Şeyh Sadreddin, “Belî haktır” dedi.

Şeyh Sâfî eydür: “Bir talip Yezid’e kız verse o talibe gecede yetmiş lanet inse gerektir. Kaldı ki meydana gelmek murat eylese o talibe ferd-i vâhid yol bulması kabil değildir. Zira Hak-Muhammed-
Ali evlâdını
[11a] Yezid’e verip ondan hasıl olan dahi Yezid olduğu ecilden. O kız sahibi tarikate mürted, tacı delik, yüzü ayı çürük, derdine derman yoktur” diye cevap verdi. 

Şeyh Sâfî eydür: “Bir talip varsa Yezid’den kız alsa, badehu yola getirmese, o talip kendisi yola gitmek murat eylese, ona yol yoktur. Zira vücuduna murdar kanı bahusus ki bir gövdenin başı murdar olur, min-külli-vücûh ona yol olmaz. Eğerçe avradın yola getirir ise o iki zat yeni sıfat edip tecdid-i kaviyyesini okuyup bir çift kurban ve on kuruş üstat hakkı ve doksan dokuz tarîk vurup göze alıp meydana getireler ve kaldı ki avradı yola gelmeyince kendi pak olmaz. Zira cemde pak olursa olmaz. Ama hanesine varınca yine murdar olur” diye cevap verdi. 

Şeyh Sâfî eydür: “Bir talip yola [11b] giderken bir eşya bulsa o zaman o talip saati yarım miktar o mahalde tehir edip sahibi zuhur etmez ise o eşya kendine helâldir. Ama bulduğu saat yerse, haramdır. Yarım saat gözetip sahibi gelmeyip kapıp gitmek erkân değildir. O eşyayı Allah teâla hazretleri ona nasip vermiştir” deyip cevap verdi. 

Şeyh Sadreddin eydür ki: “Yâ Şeyh, bir talip erkan düşse kalbi pak olmaz ise pak olabilirdi.” 

Şeyh Sâfî eydür: “Kırk erkân vursa yine pak olmaz. Kaldı ki bir talip erkân düşse erkân tutan biri vursa, o talip yerinden tepreşse o zaman yine pak olmaz. Zira diri oldu, diri olan kimse erkâna düşmez. Yuttuğu da yuyucu da mekruh olur. Elindeki erkân erkânlıktan düşer. Zira taşrada gene teşiyye evvel o ecilden ki erkân-ı tarîk budur ki [12a] üç parmağın arka ucundan tutup sağ salavat parmağını yukarı kaldırıp üçer karıştan ziyade kaldırmaya, erkân vuranın eli sağ ve sol dizini yukarı geçmeye, vurunca talibin zerre kadar vücudu kızışmaya, bu minval üzere pak olur” diye buyurdu. 

Şeyh Sadreddin eydür: “Yâ Şeyh, bir mürşit ve gerek rehber ne kadar farz makam bilmelidir ki kendisi posta lâyık ola?” 

Şeyh Sâfî eydür: “Bir pîr ve gerek rehber kırk sekiz makamı bilmeyip ve yirmi beş sünnet bilmeyip ve seksen üç farz bilmedikten sonra postu mekruhtur. Kaldı ki ‘kaviyye’ okumak veyahut erkânı yerinde tutmak bilmezse kendisi pak olmaz. Kaldı ki yuyucu pak olmayınca yuduğu pak olmaz” diye buyurdu. 

Şeyh Sadreddin: “Belî, haktır” dedi. 

Şeyh Sâfî eydür: “Bir talip bir mürşit karşısına yahut rehber karşına [12b] dursa ama hak yolu batıl yolu kandırmaz ise o dâra duran talip ense ki yolu eyledi hatırınca yahut korku ile yahut saklamak sevdasıyla batıl olduğun bilse o talip pak olamaz. Lokma yese haram ve ibadeti kendiye günah yazılsa gerektir. Hatta sâhib-i posta ikrâr-ı îmân eylemeyince sahih görülmez. Evvela bir mürşit gerek rehber bu yolda hatır gönül sayıp yahut havf edip utanıp böylece yol görür ise o mürşide mürşit demesi erkan değildir ve o rehbere rehber demesi erkan değildir. Zerre kadar o postta alâkası yoktur. Korku ile hatır ile yol olmaz” diye cevap buyurdu.

Şeyh Sâfî eydür: “Bir talip bir mürşit karşısına yahut rehber karşısına varırsa ama rehber gerek mürşit o talibin müşkülünü hall eylemez ise ona görülmesi erkan değildir. Eli bir
[13a] kâmile erişmez ise dahi bir kamil mürşidin bir talibe verdiği abdest ile üç yıl yola gider. Dahi erişmezse kat‘ yedi yıl o görgü ile yola gidebilir. Ama mürşidin emri üzere hareket eylerse yahut gayrı gûna hareket eylerse o
talip mürşit karşısında günde yedi kez görülse emrin tutmadıktan sonra o gün dahi yola gitmesi erkan değildir ve gidemez. Ama emrinde olursa yedi seneye değin eli ermezse yer içer oturur, durur.” 


Şeyh Sâfî eydür: “İki talip birbirlerine musahip badehu birisinin fevt yetip ahirete intikal eylese, baki kalan musahibi onun avradını alması min-külli-vücûh erkân değildir. O ecilden ki mukaddem ikrar gitti, helak oldu. Badehu musahip fevt olunca avrat kendiden boş olur. İtlâk-ı nisâ-i mümine göre alması erkân değildir. Zira ikrar erde olur. Avratta ikrar [13b] olmaz. Ama âşinası ve gerek meşrebi ve gerek çekindaşı hakkın emriyle almaya kadir olur. Çünkü ikrar yeri musahibi evvel kapı o ikrarı yeni zat yeni sıfattır. Ama âşinası ve meşrebi olduğu vakitte yine evvel ki musahibine helâl olup maan yola gider veyahut aherine varırsa musahibinin ve gerek âşinasının ve gerek meşrebinin o avratta kat‘a alakası kalmaz. Onunla dâr sürüp erkanı düşmesi erkan değildir, böyle malûm ola.” 

Şeyh Sâfî eydür: “Bir talip dünyadan rihlet eylese o talibi lahidhanesine dahil eyledikten sonra mürşit ve rehber olan kimse hanesine gelip o talibin ne kadar malı var ise huzurunda hesap edip yüz yirmi kuruş olur ise on yedide bir kuruş pîre ve rehbere vere yahut artık ise on ikide bir kuruş vere; tamamen ve kamilen hesap [14a] olunmak malı kalırsa haramdır. Eğerçe pîri ve rehberi aza kanar ise ala-yı sahih razı edip hoşnut eylemezlerse o mala vekalet adam fevt olan adamın evladı kalsa ve dîni kalsa ve avradının nikahı kalsa evvela avradının nikahın çıkarıp borcun çıkarıp ondan evladı bir kız ve birisi oğlan ise malını dört hisse edip üçünü oğlana ve birisini kıza vereler. Evladı her kaç olursa o minval üzere edeler tarlası ve harmanı olur ise kızı karışmaya kadir olmaz. Mahsulüne dahi karışmaz. Ama hasıl hanesinde ise dahildir; ona karışır ve fevt olan, hayatında avradına yahut evladının birisine bir miktar mal verse, hisse olmazdan mukaddem ona bir kimse dahil edemez, yahut fevti vaktinde verse erkân değildir. Onu hissedarlar taksim ederler” [14b] diye buyurdu. 

Şeyh Sadreddin, “Haktır” dedi. Şeyh Sâfî eydür: “Bir post sahibi on iki imamın on dört masûm pâkin ne makamda yatar ve kaç yaşında ve kim şehit eyledi bilmez ise onun goftı sahih değildir. Tacı ve hırkası ve çerağı ve lokması haramdır. Yediği, zehir ile zakkumdur ve yuduğu temiz olmasa gerektir. Ama talip bilmezse ne lazım gelir?” 

Şeyh Sâfî eydür: “Bir mürşid-i kâmil bulup kıraat ettirip, değilse kifayet eder” diye buyurdu. 

Şeyh Sadreddin, “Belî haktır” dedi. 

Şeyh Sâfî eydür: “Evvela Mahammedü’l-Mustafa kırk yaşında Hak’tan nübüvvet gelip yirmi üç yıl peygamberlik edip altmış üç yaşında dünyadan rihlet eyledi. Mekânı, Medine’de yatar. 

Hazreti Ali kerremellâhu vechehu beş yıl imamlık eyledi. Mülcem oğlu mel’un şehit eyledi. Necef şehrinde mekânı, makamı. [15a]
 
Şah İmam Hasan kırk yaşında beş ay imamlık edip Kayser kızı Medine Muaviye öğretip şerbetine zehir katıp şah, nûş edip şehit oldu. Medine’de yatar.

Evvel İmam Hüseyin Şâh-ı şühedâ dört ay imamlık edip 54 yaşında iken Şemir lain şehit eyledi. Kerbela’da yatar. 


İmam Zeynelabidin elli dört yaşında yirmi iki yıl imamlık edip Hannam şehit eyledi. Medine’de yatar. 

İmam Muhammed Bakır altmış yaşında yedi yıl imamlık edip İbrahim Veled şehit eyledi. Medine’de yatar. 

İmam Cafer altmış beş yaşında otuz üç yıl imamlık eyledi. Mansûr-ı Kûfî şehit eyledi. Medine’de yatar. 

Mûsâ-yı Kâzım elli beş yaşında beş yıl imamlık eyledi. Harun Reşid şehit eyledi. Bağdat’ta yatar. 

İmam Ali Rıza elli beş [15b] yaşında beş yıl imamlık edip Aşem-i mel’un şehit eyledi. Bağdat’ta yatar. 

İmam Ali Nakî elli dört yaşında otuz iki yıl imamlık edip Mezîn-i mel’un şehit eyledi. Samuri’de yatar. 

Hasen el-Askerî yirmi sekiz yaşında elli yıl imamlık edip Hindi mel’un şehit eyledi. Samuri’de yatar. 

Mehdî-yi âl-i resûl üç gün imamlık edip mağarada kayboldu. Şaban’ın on beşinde zuhur eylese gerektir. 

Masûm-ı pâkları beyan eder: 

Evvelâ İmam Hasan’ın oğlu Kasım yedi yaşında iken Daşini-yi melun şehit edip Medine’de yatar. 

İkinci yine İmam Hasan’ın oğlu Abdullah üç yaşında iken Gülah-ı Mervan şehit eyledi. Medine’de yatar. 

Üçüncü İmam Hüseyin’in oğlu Erzak dokuz yaşında iken Muhtar şehit eyledi. Hemedan’da yatar. 

Dördüncü İmam Zeynelabidin oğlu Gül Ay sekiz yaşında [16a] iken Harir şehit eyledi. Medine’de yatar. 

Beşinci İmam Zeynelabidin oğlu Abdurrahman üç yaşında Sertazi şehit eyledi. Medine’de yatar. 

Altıncı İmam Cafer’in oğlu Muhammed Hâdî beş yaşında iken Cavri melun şehit eyledi. Medine’de yatar.

Yedinci yine İmam Cafer oğlu Kadri Malı dört yaşında Sahır’da şehit eyledi. Medine’de yatar. 


Sekizinci Musa Kazım oğlu Şuayb beş yaşında Harbahi şehit eyledi. Bağdat’ta yatar. 

Dokuzuncu İmam Ali Rıza oğlu Gül Şah sekiz yaşında iken Kahkaha nesillerinden Serhan şehit eyledi. Horasan’da yatar. 

Onuncu İmam Nakî’nin oğlu Abdulgaffar on bir yaşında iken Hazzâzî şehit eyledi. Bağdat’ta yatar. 

On birinci yine İmam Takî’nin oğlu Abdulcelâl üç yaşında Malı şehit eyledi. Samuri’de [16b] yatar. 

On ikinci İmam Nakî’nin oğlu Şah Halid dört yaşında iken Vehi melun şehit eyledi. Kazbin’de yatar. 

On üçüncü yine İmam Nakî’nin oğlu Halid beş yaşında iken Mirhahi şehit eyledi. Lecce civarında yatar. 

On dördüncü Hasen el-Askerî’nin oğlu Şemsuttahûr altı yaşında iken Talha melun şehit eyledi. Güzel Tahar’da yatar. 

Çihardeh-i masûm-ı pâk bunlardır. 

Bunları bir post sahibi bilmezse öğrenmeye sa‘y ede. 

Eğer sual eylerse ‘ism-i hârici kaçtır?’ Cevap ‘beştir’. Biri münkir, biri inkar, biri münafık, biri merdut, biri Yezid. 

Evvelâ münkir odur ki, dâra geçip ‘malım senindir’ diye cevap ama üzerine tercüman lazım gelince vermeye razı olmaz ise ‘münkir’ diye ona derler. 

İnkâr odur ki gelip malım canım teslim diye ikrar eder. [17a] Musahip yoldan düşse mal ile gerek sitem ile yol bulunsa onu musahip koyup gitmeye kadir olmaz, malını, varını musahibin uğruna verip gitmeye muhtaçtır. Madem ki men yola gitmem demeyince musahip musahibi düşürüp gitmeye kadir olmaz emr-i menâkıb böyledir. 

Şeyh Sâfî eydür ki: “Bir talip bir talip ile musahip olup ama ara yerlerinde ‘senin’ ‘benim’ demesi olsa o talipler musahiplikten düşer. Lâkin ikrarı özlemez. O ikrarı kendilere hasım ve ahirette davacı olur ve davacı olsa gerektir. Bahusus musahip olan kimsenin birbirinden ayrı yeri olmamalıdır” diye buyurdu. 

Şeyh Sadreddin eydür ki: “Yâ Şeyh, sen buyurdun ki musahip olanda ayrı yer olmaz. Öyle olsa ‘demuke demî, lahmuke lahmî, cismuke [17b] cismî’ olmalıdır. Ama Muhammed Mustafa ve Aliyü’l-Mürteza hazretleri musahip oldular. Lakin Fatıma Muhammed’in kızıdır. Öyle olunca ne minval üzere olur?”

Şeyh Sâfî eydür ki: “Yâ Şeyh, evvelâ Muhammedü’l-Mustafa Aliyyü’l-Mürteza hazretleri kerremellâhu vechehu ve Fatıma ananın üçü, zat bir nurdur. Evvelde bir, ahiri de bir olunca onun hikmetine karışmak olmaz. 


İmdi talip olan ‘demuke demî’ kan kana, ‘lahmî lahmuke’ et ete, ‘cismuke cismî’ ceset cesede, ‘ruhuke ruhî’ can cana katıp birliğe yetmeyince musahip olmaları sahih değildir. Encâmı hakkı aldatmış olurlar” diye cevap verdi. 

Şeyh, “Belî haktır” dedi. 

Şeyh Sadreddin eydür: “Bir talip er kardeş ile musahip olmak, erkân mıdır? 

Belî” Şeyh Sâfî eydür: “Belî erkândır. Ama kız kardeşiyle musahip [18a] ama ‘lahmuke lahmî’ kavline ve gerek tasdik kavle gelince razı olmaz. ‘İnkâr’ diye ona derler. 

‘Münafık’ odur ki bu dâire-i ayn-ı cem derûnunda olan sırları ifşâ edip ara yerde söz gezdirir. ‘Münafık’ diye ona derler. 

‘Merdut’ odur ki evvelâ ‘haktır’ diye ikrar eder, badehu ikrarına sahib-i kadem olmaz, ikrarından döner, ‘merdut’ diye ona derler. 

‘Yezid’ odur ki hiçbir nesneden haberi yoktur, ‘Yezid’ diye ona derler.” 

Şeyh Sâfî buyurdu. 

Şeyh Sadreddin, “Belî haktır” dedi. 

Temmeti’l-menâkıb 

Fî 3 Şevval Sene

DİPNOTLAR
Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi/Diyarbakır
Ahmet Refik, 1932, On Altıncı Asırda Rafizilik ve Bektaşilik, İstanbul: Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi, s. 35-36, (Belge No: 47).
Şeyx Sefiyeddin Erdebili, Qara Mecmue, s. 136.
Köprülü, Anadolu din tarihi açısından öneminin büyük olduğu, eserin dikkatli incelenmesi neticesinde Şah İsmail
e ait olmadığının görüleceğine dikkat çekmektedir. Fuad Köprülü, 1993, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 8.bs., Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.282, n. 55.
Walter J. Ong, 1999, Sözlü ve Yazılı Kültür, 2. Baskı, İstanbul: Metis Yayınları, 97-98.
Abdülbaki Gölpınarlı, 1997, Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şiilik, İstanbul: Der Yayınları, s. 178.
Buyruk, Derleyen Sefer Aytekin, Ankara: Emek Basım-Yayınevi, 1958; Buyruk, Hzl. Fuat Bozkurt, İstanbul: Anadolu Matbaası, 1982; İmam Cafer-i Sadık Buyruğu, Hzl. Adil Ali Atalay (Vaktidolu), İstanbul: Can Yayınları, 1993; Mehmet Yaman, Erdebilli Şeyh Safi ve Buyruğu, İstanbul: Ufuk Matbaası, 1994, Buyruk İmam Cafer Buyruğu, Ankara: Ayyıldız Yayınları; Şeyh Safi Buyruğu ve Rumeli Babağan (Bektaşi) Erkanları, Hzl. Hakkı Saygı, İstanbul: Saygı Yayınları, 1996.
Abdülbaki Gölpınarlı, Konya Mevlana Müzesi Yazmaları III, s. 431.
Bisâtî, 2003, Şeyh Sâfî Buyruğu (Meâkıbu’l-Esrâr Behcetü’l-Ahrâr), Ankara: Rheda-Wiedenbrück Çevresi Alevi Kültür Derneği Yayınları.
Mehmet Yaman, 1994, Erdebilli Şeyh Safi ve Buyruğu, İstanbul, Ufuk Matbaası.
Buyruk, Günümüz Türkçesine Çeviren Mehmet Yaman, 2000, Mannheim: Mannheim Alevî Kültür Merkezi Dedeler Kurulu Yayınları.
Esat Korkmaz, 2002, Buyruk, Yorumlu İmam Cafer Buyruğu, İstanbul: Anadolu Kültür Araştırma İnceleme Yayınları.
Milli Kütüphane Yazmalar Bölümünde bulunan bu eserin, kütüphane kayıtları şu şekildedir: 06 M.K. Yz. A 6097/5 Menâkıb-ı Şeyh Sâfî (1069-1658), (140a-156b) y. 238X170 mm.
“İman edip salih amellerde bulunanlar… Firdevs cennetleri onlar için bir „konaklama yeridir
. Orada ebedi kalacaklardır.” Kehf, 18/107-108.
“Ve de ki: “Rabbim, bağışla ve merhamet et,sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.” Mü
minun, 23 / 108.
“Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.” Bakara, 2 / 286.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder