21 Ekim 2014 Salı

Hindistan Devriminin Sorunları Üzerine Stalin'le Görüşme




Stalin: Sorularınızı almış bulunuyoruz. Önce bunları yanıtlayacak, ardından kendi görüşlerimi açıklayacağım.

Bu tartışmaların akşam vakti yapılması tuhaf görülebilir. Gün boyunca çok meşgulüz, çalışıyoruz. Ancak akşam altıdan sonra boş kalabiliyoruz.

Tartışmalarımızın oldukça uzun sürmesi de belki yadırganacaktır. Fakat aksi takdirde görevlerimizi yerine getirmemiz olanaksız. Merkez Komitemiz, partinize yardımcı olmak ve tavsiyelerde bulunmak üzere bizi görevlendirdi. Partiniz ve halkınız hakkında çok az şey biliyoruz ve bu görevi hakkıyla yerine getirmeye büyük önem veriyoruz.

Partinize karşı duyduğumuz ahlaki sorumluluk gereği, size kolayca tavsiyelerde bulunamayız. Önce, sizlerle birlikte, somut veriler ışığında bilgilenmek, sonra tavsiyelerde bulunmak isteriz.

Bir dizi soru yöneltmemizi tuhaf karşılayabilir, kendinizi sorguda gibi hissedebilirsiniz. Ama bu durumda başka türlü davranamazdık. Belgeler eksiksiz bir tablo ortaya koymakta yetersiz kalıyor; o yüzden böyle bir yönteme başvurmak zorunda kaldık. Koşullar bizi buna mecbur kıldı. Şimdi meselenin özüne gelelim.

Hindistan devriminin yakın geleceği hakkındaki görüşümüzü soruyorsunuz.

Biz Ruslar, bunun esas olarak bir tarım [toprak] devrimi olduğunu düşünüyoruz. Bu, feodal mülkiyetin tasfiye edilmesi ve toprağın köylüler arasında bölüştürülmesi, toprağın onların bireysel mülkü haline gelmesi demektir. Köylülerin özel mülkiyetinin tanınması için feodal mülkiyetin tasfiye edilmesi demektir. Açıktır ki bunların hiçbir sosyalizmi gerektirmez. Biz Hindistan’ın sosyalist devrim aşamasında olduğunu düşünmüyoruz. Daha sonra ele alacağımız Çin [devriminin] yolundan, yani milli burjuvazinin mülkiyetine el konulmayan anti-feodal bir toprak devriminden söz ediyoruz. Bu, burjuva demokratik devrimdir; diğer bir deyişle demokratik halk devriminin birinci aşamasıdır. Çin’den önce Doğu Avrupa ülkelerinde başlayan demokratik halk devriminin iki aşaması vardır. Birinci aşama, toprak devrimi ya da toprak reformudur, nasıl adlandırmak isterseniz. Avrupa’daki halk demokrasisi ülkeleri, savaştan sonraki ilk birkaç yıl içinde bu birinci aşamayı geçtiler. Çin halkı bu birinci aşamada bulunuyor. Hindistan bu aşamaya yaklaşıyor. Demokratik devrimin ikinci aşaması, Doğu Avrupa ülkelerinde görüldüğü gibi, milli burjuvazinin mülksüzleştirilmesi noktasına ulaşan toprak devrimi ile karakterize olur. Bu, sosyalist devrimin başlangıcıdır. Avrupa’daki tüm halk demokrasisi ülkelerinde makineler, fabrikalar, bankalar kamulaştırıldı ve devletin eline verildi. Çin henüz bu ikinci aşamanın uzağında. Bu aşama Hindistan’a daha da uzak, yani Hindistan bu aşamanın daha da uzağında.

Çin devriminin gelişim yolu üzerine Kominform gazetesinde yayınlanan başyazıdan söz ettiniz. Bu yazı, Hindistan’ın sosyalist devrim yolunda olduğunu savunan Ronadive’nin makale ve konuşmalarına karşı polemik amacıyla yazıldı. Biz Rus komünistleri, bu tezin çok tehlikeli olduğunu düşündük ve buna karşı çıkarak, Hindistan’ın Çin’in yolunda, yani demokratik halk devriminin birinci aşamasında olduğunu vurgulamaya karar verdik. Bu, tüm köylülerin ve kulakların feodal beylere karşı ayaklanması için devrimci cephenizi kurmanız açısından büyük önem taşıyor. İngiliz emperyalistleri ile işbirlikçi burjuvaziden oluşan bloğu izole etmek için. İngiliz emperyalizmine karşı milli burjuvazinin tüm ilerici katmanlarının içinde yer aldığı bir halk ayaklanması gereklidir. Sizin içinizde tüm emperyalistlerin, İngiliz ve Amerikan emperyalizminin bir vuruşta ülkeden sürülüp atılmaları gerektiği düşüncesi ağır basıyor. Böyle genel bir cephe kurmak olanaksızdır. Ulusal cephenin öldürücü darbesi ister istemez İngiliz emperyalizmine yönelik olmak zorundadır. Bırakın, Amerikalılar da dahil, diğer emperyalistler sizin onlarla bir sorununuz olmadığını düşünsünler. Tüm emperyalistlerin sizin eylemlerinize karşı birleşmemeleri ve aralarındaki ayrılıklardan yararlanabilmeniz için bu gereklidir. Sonra, eğer Amerikalılar da savaşa girmek isterlerse, Hindistan’ın birleşik ulusal cephesi onlara karşı da eyleme geçmek zorundadır.

Ghosh: Tüm dünya fiili olarak Amerikan emperyalizmine karşı savaşırken ve Amerika anti-demokratik kampın başını çekerken, bizim neden yalnızca İngiliz emperyalizmine karşı mücadele etmemiz gerektiğini anlayamadım.

Stalin: Nedeni çok basit. Ülkeniz Amerika’ya değil İngiltere’ye bağımlı ve ulusal bağımsızlığı elde etmek için Ulusal Birleşik Cephe Amerika’yla değil, İngiltere’yle savaşmak zorunda. Bu, sizin ulusal özgünlüğünüz. Hindistan kimden yarı yarıya kurtuldu? İngiltere’den, Amerika’dan değil. Hindistan, İngiltere’yle birlikte Milletler Cemiyeti’nin bir parçası, Amerika’yla birlikte değil. Ordunuzdaki subaylar ve uzmanlar Amerikalı değil, İngiliz. Bunlar, tarihsel olgular ve bunları hesaba katmamak olmaz. Demek istediğim şu ki, parti, dünya çapında emperyalizme karşı mücadelenin bütün görevlerini sırtlanmak zorunda değil. Yalnızca tek bir görevi üstlenip yerine getirmesi gerekiyor: İngiliz emperyalizminden kurtulmak. Hindistan’ın ulusal görevi budur. Ayrıca feodal sınıfları da göz önünde bulundurmak zorundayız. Açık ki, kulaklar düşmanımızdır. Fakat feodal beyler dururken kulaklara karşı mücadele etmek anlamsız olur. Aynı anda hem kulaklarla, hem de feodal beylerle mücadele etmek akıllıca olmaz. Sizin değil, düşmanın tecrit olacağı bir cephe kurmak gerek. Buna, komünist partinin mücadelesini kolaylaştıracak bir taktik diyebiliriz. Aklı başında hiç kimse, taşıyamayacağı kadar yükün altına girmez. Tek bir görevi omuzlamak gerek: Feodalizmin ve İngiliz emperyalizminin kalıntılarının tasfiye edilmesi. Feodal beyleri tecrit etmek, feodalizmi tasfiye etmek ve İngiliz emperyalizmini kovmak için, şimdilik, diğer emperyalist güçlere yönelmeyin. Eğer böyle davranırsanız, işleri kolaylaştırırsınız. Sonra, eğer Amerikalılar işinize burunlarını sokmaya kalkarlarsa, o zaman onlara karşı da savaşmak gerekir. Fakat bu durumda, halk, saldıran tarafın siz değil, onlar olduğunu bilecektir. Amerikalılarla ve kulaklarla savaşacağınız zaman da gelecek, ama daha sonra. Her şeyin bir sırası var.

Ghosh: Şimdi anlıyorum.

Dange: Tüm bunlar, Amerikan emperyalistlerine karşı propaganda ve ajitasyon çalışmalarını engelleyebilir mi?

Stalin: Elbette hayır. Onlar halkın düşmanıdır ve onlara karşı mücadele etmek gerekir.

Dange: Bu soruyu sormamın nedeni hiç kimsenin bu çizgiyi Amerikan emperyalizmine karşı mücadelede oportünizm olarak yorumlamaması içindi.

Stalin: Düşmanı akıllıca tecrit etmek gerekir. Siz Amerikalılara değil, İngiliz emperyalistlerine karşı devrim mücadelesi veriyorsunuz. Eğer Amerikalılar duruma müdahale ederlerse, o zaman işler değişir.

Rao: Kulakların küçük bir bölümü feodal sömürüye katılıyor, toprak kiralayıp tefecilik yapıyorlar. Genelde toprak sahipleri sınıfının bir parçasını oluşturuyorlar.

Stalin: Bu önemli değil. Feodal beylerin tasfiye edilmesi genel görevi yanında, bu, özel bir görev olarak kalıyor. Propaganda yaparken, zengin köylüleri değil, feodal beyleri hedef alın. Kulakları feodal beylerle birleşmeye iten siz olmamalısınız. Feodal beylere bir müttefik yaratmayın. Kulakların köylerde geniş bir nüfuzu var. Köylüler, kulakların kendi yetenekleri sayesinde zenginleştiklerini düşünüyor. Kulaklara köylüleri sizden koparma fırsatı vermemek gerek. Sizin feodal beyleriniz soylular sınıfından değil mi?

Rao: Evet.

Stalin: Köylüler soyluları sevmez. Feodal beylere köylüler arasında bir müttefik bulma olanağı vermemek için bunu anlamak gerekir.

Punnaiah: Kendi aramızda, milli burjuvazi meselesinde bir kafa karışıklığı var. Milli burjuvazi derken, kastedilen, tam olarak ne olmalıdır?

Stalin: Emperyalizmin politikası bir başka ülkeyi fethetme politikasıdır. Sizin milli burjuvaziniz gerçekten de bir başka ülkeyi fethetmeyi düşünüyor mu? Oysa İngiliz emperyalizmi Hindistan’a egemen durumda. Milli burjuvazi –ordu ve büyük burjuvazi– sizin milli sömürücülerinizdir. Sizin, onların varlığına değil, yabancı düşmana, İngiliz emperyalistlerine karşı olduğunuzu söylemek gerek. Milli burjuvazinin saflarında sizinle müttefik olduğunu düşünen pek çok unsur vardır. Büyük milli burjuvazi ise emperyalizmle işbirliği içinde; ama o, bu sınıfın yalnızca ve üstelik küçük bir parçasını oluşturuyor. Burjuvazi, temelde, Hindistan’ın tam bağımsızlığı mücadelesinde sizi destekleme eğiliminde. Feodalizmin tasfiyesinden yana. Bunda çıkarı var. Burjuvazinin pazara ihtiyacı var, iyi bir pazara. Eğer köylüler toprağı ele geçirirlerse, onun için bir iç Pazar, alım gücüne sahip bir halk oluşacak. Bunları görmek gerek. Milli burjuvazinin İngilizlerin safına katılmamaları sizin yararınıza olacak. İşleri öyle düzenlemeli ki, İngilizler Hindistan’da yeni müttefikler edinemesinler. Çin’de burjuvaziyi mülksüzleştirmek için bir girişimde bulunulmadı. Sadece Japonların Çin’deki mülkleri millileştirildi. Amerikan şirketleri millileştirilmedi, çalışmaya devam ediyor. Sizin devriminiz Çin tipi bir devrimse, şimdilik kendi burjuvazinizi İngiliz emperyalistlerinin safına itecek adımlardan kaçınmalısınız. Sizin Hindistan’a özgü yolunuz budur. Çin’de milli burjuvazi ülkeyi terk etmedi. Fiilen Amerikan emperyalizmine karşı çıkıyor ve Çin halk yönetimini destekliyor. Bu, Çin’de Amerikan emperyalistlerinin tecrit edildiği anlamına gelir. Hindistan’ın bölünmesi meselesine gelince; bu, İngiliz emperyalistleri tarafından tertiplenen bir oyundur. Eğer bir eylem programı hazırlanıyorsa, burada Pakistan, Hindistan ve Seylan arasında birlik sağlanmasına ihtiyaç olduğu belirtilmelidir: Yapay olarak birbirinden ayrılan bu üç devlet yakınlaşacak ve bu yaklaşma söz konusu devletlerin birleşmesiyle taçlanacaktır. Bu yakınlaşma fikrini savunmalısınız; halk bu konuda sizi destekleyecektir. Pakistan ve Seylan’daki elit zümreler buna karşı çıkacak, ama halk onlara kuşkuyla bakacaktır. Özellikle Bengal’de ayrılığın ne kadar yapay olduğu gün gibi ortadadır. Bengal eyaleti ilk fırsatta Pakistan’dan ayrılacaktır.

Dange: Biz milli burjuvazi kavramını daima orta burjuvazi anlamına kullandık. Hindistan’da büyük burjuvazi İngiliz emperyalistlerinin safında yer alıyor.

Stalin: Hindistan’da yalnızca İngilizlere ait olan bankalar var mı?

Dange: Evet. Hindistan’da hem İngiliz bankaları var, hem de karma sermayeli bankalar var. Programımızda büyük burjuvazinin, yani bürokratik sermayenin millileştirileceği iddiası var.

Stalin: Bürokratik sermaye değil, sınai-ticari sermaye. Çin’de bürokratik sermaye, devlet eliyle geliştirildi. Bu, devlete bağlı bir sermayedir ve sanayiyle çok az bağı vardır. Sun ailesi ve diğerleri Amerikalılara tanınan ayrıcalıklı kontratlar sayesinde sermayelerini arttırdılar. Çin’de büyük sanayicilerin ve tüccarların çıkarlarına dokunulmadı. Amerikan ve İngiliz banka sermayesiyle ortaklık içinde olsalar da büyük sanayicileri ve tüccarları mülksüzleştirmenizi önermem. Düşmanla işbirliği yapanların mülklerine el konulacak demek daha doğru olur. Devriminiz alev aldığında, hiç kuşkunuz olmasın, bu büyük kapitalistlerin bir kısmı kaçacaktır. Bu durumda onları hain ilan edip mallarına el koyun, ama büyük burjuvaziyi yalnızca İngiliz sermayesiyle ortaklık içinde oldukları için mülksüzleştirmenizi önermem. Programınızda büyük burjuvaziyi mülksüzleştirmeyi içeren bir madde varsa, bunu iptal etmek gerekir. Yeni bir program veya bir eylem programı hazırlamalısınız. Büyük burjuvaziyi tarafsızlaştırmak ve tüm milli burjuvazinin onda dokuzunu ondan ayrı tutmak sizin açınızdan daha doğru olur. Gereksiz yere yeni düşmanlar edinmemelisiniz. Yeterince düşmanınız var. Büyük burjuvazinize de sıra gelecek ve o zaman onunla savaşacaksınız. Devrimin sorunları aşama aşama çözülür. Aşamalar birbirine karıştırılmamalıdır. Aşamaların neler olduğuna karar vermek ve düşmanla ayrı ayrı dövüşmek gerekir: Bugün biriyle, yarın diğeriyle. Yeterince güçlendiğinizde hepsiyle çarpışabilirsiniz. Ama henüz güçsüzsünüz. Halkınız bizim devrimimizi kopya ediyor, fakat ikisinin aşamaları farklı. Diğer kardeş partilerin deneyimleri eleştirel bir gözle ele alınmalı ve Hindistan'’n kendine özgü koşullarına uyarlanmalı. Sizi soldan eleştirecekler; bunları önemsememelisiniz. Buharin ve Troçki, Lenin’i soldan eleştirdiler, ama alay konusu oldular. Ronadive, Mao Ze-dung’u soldan eleştirdi, ama haklı olan Mao’ydu: O, ülkesinin koşulları nasıl gerektiriyorsa öyle davrandı. Kendi çizginizi izleyin ve aşırı solcuların yaygaralarını ciddiye almayın.

Şimdi ikinci soruya geçelim, Çin [devriminin] yolu sorusuna.

Politik ve toplumsal alanda Çin yolundan bahsetmiştim. Bir toprak devriminden söz ediyoruz. Silahlı mücadeleye gelince; Çinlilerin silahlı mücadeleden değil, silahlı devrimden söz ettiklerini belirtmiştik. Onlar bunu –kurtarılmış bölgeler ve kurtuluş ordusuyla birlikte– bir partizan savaşı olarak görüyorlardı. “Silahlı mücadele” ifadesi, ilk kez Kominform gazetelerinde kullanıldı. Silahlı mücadele, partizan savaşından çok daha geniş bir anlama sahiptir: O, köylülerin partizan savaşının işçilerin genel grevleri ve ayaklanmalarıyla birleşmesidir. Boyutları bakımından partizan savaşı silahlı mücadeleden daha sınırlıdır. [Peki] Çin’de silahlı devrim nasıl başladı?

1926-27’de Çinli yoldaşlar, Kuomintang’la bağlarını kopardılar. Kuomintang’a karşı 40-50 bin kişilik bir ordu kurduktan sonra onlardan ayrıldılar. Partizan savaşının temeli bu orduydu. Şehirlerden ve demir yollarından uzak bölgelerde, ormanlarda ve dağlarda saklandılar. Elbette, Çin Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi ve ona bağlı olarak her yerde partinin kadroları vardı. Çin Kurtuluş Ordusu’nun üyeleri, kolayca kuşatılabileceklerinden şehirlerde konuşlanamıyordu. Kuşatılıp imha edilmemek için şehirlere ve demir yollarına uzak alanlara çekilip buralarda çok sayıda özgür [kurtarılmış] partizan bölgeleri kurdular. Kuşatıldıklarında, kuşatmayı yararak eski bölgeleri terk ettiler ve çatışmaya girmekten kaçınarak, yeni kurtarılmış bölgeler kurdular. Böylece, Çin komünistleri giderek şehirlerden ve işçilerden uzaklaştılar. Mao Ze Dung, kuşkusuz işçilerle ilişkileri koparmak istemiyordu, ama partizan savaşı onu bu noktaya götürdü ve şehirlerle bağını yitirdi. Bu, acı verici bir zorunluluktu. Sonunda Yenan’a yerleşip uzun süre burada barındılar. Köylülerle ilişkiye geçtiler; onlara toprak devrimini nasıl yapacaklarını öğrettiler. Halk ordusunun saflarını genişlettiler ve onu önemli bir güç haline getirdiler. Fakat, tüm bu dönem boyunca, partizan savaşına özgü olumsuzluklardan da kaçamadılar.

Kurtarılmış bölge nedir? O, devlet içinde [tamamen yalıtılmış] bir adadır. Ulaşabileceği başka bir bölge, bir çıkış yolu yoktur. Kuşatıldığında cephe gerisinde yaslanabileceği bir hinterlandı yoktur. Nitekim, tam da böyle oldu. Yenan kuşatıldı ve Çinliler büyük kayıplar vererek orayı terk ettiler. Çinli komünistler Mançurya’ya gitmeye karar vermeselerdi, bu durum uzun süre böyle devam edebilirdi. Mançurya’ya gidince hızla toparlandılar. Arkalarında artık sağlam bir hinterlant, dost bir devletin güvenli toprakları vardı. Bulundukları yer [yalıtılmış] bir ada değil, bir yanı Sovyetler Birliği’ne uzanan bir yarımadaydı. Bundan böyle Chiang Kai-Shek artık Çin partizanlarını kuşatma olanağından yoksundu. Ve ancak bu ateşkes döneminin ardından, Çinliler kuzeyden güneye doğru saldırıya geçme imkanı buldular. Tarihsel süreç budur. Bundan ne sonuç çıkar? Köylülerin partizan savaşı önemli bir konudur ve devrim için büyük bir kazanımdır. Çinliler, bu alanda devrimci pratiğe, özellikle geri kalmış ülkeler açısından, yeni katkılar yaptılar. Ve elbette, nüfusun %80-90’ını köylülerin oluşturduğu bir ülkede komünist yönetimi kendi mücadelesinin cephaneliğine dahil etmek zorundadır. Burası tartışılmaz. Fakat, Çinli yoldaşların deneyiminden çıkarılması gereken bir ders daha var. Kurtarılmış bölgeleriyle birlikte partizan savaşının aynı zamanda olumsuz yanları da vardır: Partizan bölgeleri [yalıtılmış] adalardır ve daima kuşatılma tehlikesiyle yüz yüzedir. Ancak geride yaslanılabilecek güvenli bir hinterland bulunabilirse, yani komşu dost bir devletin desteği alınıp, burası sağlam bir hinterland yapılabilirse, bu kuşatmaları yarma şansı vardır. Çinlilerin Mançurya’ya gitme kararı çok doğruydu. Eğer bunu yapmasalardı, işler bu şekilde sonuçlanmazdı. Partizan savaşında zaferi elde etmek için yeterli güçler yoktur. Partizan savaşı, eğer dost bir komşu devletin desteğini alabilirse zafere götürür. Çinli yoldaşların, Mançurya’ya ulaşmadan, kuşatılma korkusuyla saldırıda bulunmak istememeleri ve ancak Mançurya’ya vardıktan sonra saldırıya geçip Chiang Kai-Shek birliklerini bozguna uğratmaları, son derece karakteristiktir. Partizan savaşının bu olumsuz yanlarını da dikkate almak zorundayız.

Hindistan’da devrimin zaferi için partizan savaşının yeterli olduğu söyleniyor. Bu yanlıştır. Çin’de, Hindistan’a göre çok daha elverişli koşullar vardı. Çin’de, Hindistan’daki gibi yaygın bir demiryolu ağı yoktu. Çinli partizanlar bu elverişli durumdan yararlandılar. Sizin açınızdan partizan savaşının zafere ulaşma olasılığı daha düşük. Sınai ilişkiler bakımından Hindistan Çin’den daha gelişmiş durumda. Bu, kalkınma açısından iyi bir şey, ama partizan savaşı açısından bakıldığında, elverişli bir durum değil. Ne kadar çok müfreze oluşturulup, ne kadar çok kurtarılmış bölge kurulursa kurulsun, bunlar tecrit olacaklardır. SSCB, Çinli partizanlar için güvenilir bir komşu devletti; sizin böyle güvenilir bir komşunuz yok. Afganistan, İran ve Tibet, Çinli komünistlerin henüz ulaşamadıkları bölgeler... SSCB gibi bir hinterland yok. Bu yüzden, bir çıkış bulmak gerek.

Sizin partizan savaşına ihtiyacınız var mı? Evet, hiç kuşkusuz var.

[Peki] Kurtarılmış bölgeleriniz ve bir Kurtuluş Ordunuz var mı?

Böyle bölgeleriniz olacak ve muhtemelen benzer bir ordu kuracaksınız. Fakat zafer için bunlar yetmez. Partizan savaşını işçilerin devrimci eylemiyle birleştirmek zorundasınız. Bu olmadan, tek başına partizan savaşıyla zafere ulaşamazsınız. Eğer, Hintli yoldaşlar demiryolu işçileriyle ciddi genel grevler örgütleyip, hayatı ve hükümeti felç etmeyi başarırlarsa, bunun partizan savaşına muazzam katkısı olacaktır. Köylüleri ele alalım... Eğer onlara: “Bu sizin partizan savaşınız, onu siz yürütmek zorundasınız” derseniz, size şu yanıtı vereceklerdir: “Neden böylesine zorlu bir savaşın bütün yükü bizim omuzlarımıza biniyor? İşçiler ne yapacak?” Devrimin bütün yükünü tek başına sırtlanmaya razı olmayacaklardır. Köylü akıllıdır; başına gelen bütün kötülüklerin şehirden çıktığını bilir: Vergiler vs. Şehirlerde kendisine müttefik bulmak isteyecektir. Ona yükü işçilerle birlikte omuzlayacağını söylerseniz, bunu anlayacak ve kabul edecektir. Rusya’da böyle oldu. Yalnızca köylüler arasında çalışma yapıp partizan birlikleri oluşturmakla yetinmek yerine, bunların yanı sıra işçi sınıfının bağrında da yoğun bir çalışma yürütmeli, işçilerden oluşan silahlı birlikler de kurmalı, fabrika ve demiryolu işçilerinin katıldığı genel grevler hazırlamalı ve şehirlerde işçi örgütleri oluşturmalısınız.

Bu iki akım birleştiğinde zafere kesin gözüyle bakılabilir. Rusya’da, 1905’te, Çar’ın halka ödünler verdiğini, Duma’yı ve başka bir dizi özgürlüğü tanıdığını biliyorsunuz. Çar geri çekilmek zorunda kaldı. Çar’ı korkutan neydi? Demiryolu işçilerinin grevleri. Başkentin kırsalla irtibatı kesilmişti. Demiryolu işçileri yalnızca işçi delegelerin geçişine izin veriyor, malların ve başka şeylerin girişini engelliyorlardı. Demiryolu işçilerinin grevlerinin devrim açısından önemi büyüktü ve partizan birliklerine çok yardımcı oldu.

Ayrıca garnizonlarda, askerler arasında yapılan çalışmayı da unutmamak gerek. 1917’de askerler arasında öyle yoğun bir propaganda yaptık ki, garnizon bizim safımıza geçti.

Askerlerin fikrini değiştiren neydi? Toprak sorunu. Bu öyle güçlü bir silahtı ki, Çar’ın muhafızları olan Kazaklar bile buna direnemediler. Doğru (verimli) bir politik çalışma yürütmek için, devrimci bir ruh hali (atmosfer) oluşturup yaymak ve gerici çevreler arasındaki farklılıkları kızıştırmak gerekir.

Çin yolu Çin için iyiydi. Ama Hindistan için yeterli değildir. Burada, proletaryanın şehirlerdeki mücadelesini köylülerin mücadelesiyle birleştirmek gerekir. Bazıları, Çinli yoldaşların bu birleşmeye karşı olduğunu sanıyorlar. Bu, yanlış bir düşüncedir. Ordusu Nanchino’ya doğru hareket ederken, Şangay işçileri grev yapsaydı ya da silah fabrikalarında çalışan işçiler üretimi durdursaydı, Mao Ze Dung buna üzülür müydü? Elbette hayır. Bunların yapılamamasının nedeni, Mao Ze Dung’un şehirlerle ilişkisinin kesilmiş olmasıydı. Kuşku yok ki, demiryolu işçilerinin grev yapmaları ve Chiang Kai-Shek’in takviye olanağından yoksun kalması, Mao Ze Dung’un hoşuna giderdi. Ne var ki, işçilerle bağları kopmuştu. Bu, ideal bir durum değil, acı verici bir zorunluluktu. İdeal olan, sizin, Çinlilerin yapamadığı şeyi yapmaya çalışmanızdır: Köylü savaşını işçilerin mücadelesiyle birleştirmek.

Dange: Biz, partizan savaşı teorisini, adeta işçi sınıfının katılımını gerektirmeyen bir teoriye dönüştürmüştük.

Stalin: Mao Ze Dung bunu bilseydi sizi cehenneme yollardı! (Gülüşmeler) Şimdi bir sonraki soruna geçelim. Tıpkı Chiang Kai-Shek’in Kuomintang hükümetinin ve Fransa’daki mevcut Pleven hükümetinin Amerikan emperyalizminin kuklası olması gibi, Nehru hükümetinin de İngiliz emperyalizminin kuklası olduğu söylenebilir mi?

Benim düşünceme göre, Chiang Kai-Shek, Çin’de bulunduğu sırada, bir kukla olarak nitelenemezdi. Farmosa’ya gittiğinde kukla oldu. Nehru hükümetinin de kukla olduğu söylenemez. Tüm kökler halkın içinde. Bao Dai hükümeti gibi değil.... Bao Dai gerçekten de kuklaydı. Bundan şu sonuç çıkar: Hindistan’da partizan savaşını mücadelenin temel biçimi olarak görmek imkansızdır; mücadelenin en yüksek biçimi demek belki de daha doğru olur. En yüksek mücadele biçimine gelinceye kadar, [verilmesi gereken] çeşitli mücadele biçimleri var. Köylüler için toprak sahiplerini boykot; tarım işçileri için grevler. Kiraladıkları toprağı işleyenler için: İş yavaşlatma, toprak sahipleriyle bireysel çalışmalar, toprak işgalleri ve nihayet mücadelenin en yüksek biçimi olarak partizan savaşı. İşçi sınıfı için: Yerel grevler, sektörel grevler, politik grevler, ayaklanmanın ön hazırlığı olarak politik genel grev ve nihayet mücadelenin en yüksek biçimi olarak silahlı ayaklanma. O halde, partizan savaşının kırlarda mücadelenin temel biçimi olduğunu söylemek imkansızdır. Kırlarda iç savaşın tam anlamıyla gelişmekte olduğunu söylemek de yanlıştır. Telangana’da topraklar işgal edildi; ama bu, “her şey tamam” anlamına gelmez. Bu, mücadelenin yükselişe geçtiğini gösterir; ama mücadelenin temel biçimi değildir. Hindistan, henüz bunun uzağındadır. Köylü, küçük sorunlar uğruna mücadele etmeyi öğrenmek zorundadır: Kira bedelinin indirilmesi, toprak sahibine ödenen ürün kotasının düşürülmesi vb. Gerekli olan, daha şimdiden silahlı mücadeleden bahsetmek değil, küçük sorunlar üzerinde kadroları eğitmektir. Geniş boyutlu bir silahlı mücadeleye başlarsanız, büyük güçlüklerle karşılaşırsınız. Çünkü partiniz henüz zayıf. Partinizin güçlenmesi, kitle mücadelesini doğru yöne kanalize etmesi, hatta zaman zaman kitleleri frenlemesi gerek.

Biz 1917’de nasıl [nereden] başladık? Orduda ve donanmada çok sayıda sempatizanımız vardı. Moskova ve Leningrad Sovyetleri elimizdeydi. Buna rağmen, emekçilerin devrimci hareketini engelledik. Onlar, Geçici Hükümet’in dağıtılması talebini ileri sürüyorlardı. Fakat bu, bizim planlarımıza uygun değildi, çünkü Leningrad garnizonunu henüz ele geçirememiştik. Temmuz ayında, 40-50 bin kişinin çalıştığı büyük Patilov atölyelerindeki işçiler, denizcilerin ve askerlerin birleşmesini sağlayan gösterilere başladılar. Geçici Hükümet’in yıkılmasını istiyorlardı. Taleplerini Merkez Komite’ye sundular. Onları frenledik. Çünkü, ciddi bir ayaklanma için gerekli hazırlıkların tamamlanmadığını biliyorduk. Ayaklanma için nesnel koşullar uygundu; kitleler mücadele için öne atılıyorlardı. Fakat öznel koşullar uygun değildi; parti henüz hazır değildi.

Ayaklanma meselesi, ancak Eylül ayında gündeme alındı. Ayaklanmayı örgütlemeye karar verdik, fakat bunu gizlilik içinde yapacaktık. Vakti gelmeden hasında hiçbir şey yayınlamadık. Politik Büro’nun üyeleri olan Kamanev ve Zinovyev, basında, maceracılık olarak niteledikleri ayaklanmaya karşı çıktıkları zaman, Lenin onları hain olarak adlandırdı ve planlarımızı düşmana ifşa ettiklerini söyledi. Bu yüzden ayaklanma sözünü asla dillendirmeyin; aksi takdirde ayaklanmanın şaşırtma faktörü eksik kalır.

Yoldaş Rao, halka gidelim ve ayaklanma konusunda ona danışalım diyor. Bu, asla yapılmamalı. Planlarınızdan yüksek sesle bahsetmeyin, yoksa hepinizi tutuklarlar. Varsayalım ki köylüler: “Evet, ayaklanmamız gerek” desinler. Bu, halkın peşine takılacağımız ve kitle kuyrukçuluğu yapacağımız anlamına gelmez. Yönetmek demek, halkı kendi davanıza kazanmanız demektir. Halk, zaman zaman, kendi bölgesindeki olgu ve gelişmelerden yola çıkarak, ayaklanmaya hazır olduğunu söyler. Ama kusursuz bir ayaklanmayı hayata geçirmek için tüm bir ülkenin koşulları göz önünde bulundurulmak zorundadır. Buna, Merkez Komite’nin karar vermesi gerekir.

Hintli yoldaşlar: Evet, doğru.

Stalin: Parti örgütünün, sadakatinden kuşku duyulan bir üye hakkında ölüm cezası verip veremeyeceğini soruyorsunuz. Hayır veremez. Lenin, daima, Merkez Komite’nin verebileceği en ağır cezanın partiden ihraç etme olduğunu öğretmiştir. Fakat parti iktidardayken bazı üyeler devrim yasalarını çiğnemişlerse, o zaman hükümet, onları yargılanmaları için mahkemeye sevk eder.

Bazı belgelerinizden açıkça anlaşılıyor ki, yoldaşlarınız, düşmanla çatışmalarında sık sık bireysel terörizme eğilim gösteriyorlar. Eğer biz Rus yoldaşlarınıza ne düşündüğümüzü sorarsanız, size, partinin daima bireysel terörizmi reddeden bir ruhla eğitildiğini söylemek zorundayız. Eğer halkımız bir toprak sahibine karşı mücadele ediyorsa ve bu kişi bir arbede sonucunda öldürülürse, yığınların bu mücadeleye katılmaları ölçüsünde söz konusu olayı bireysel terörizm olarak görmeyiz. Fakat parti, bir toprak sahibini öldürmek amacıyla terörist birlikler kuruyor ve bu birlikler kitlelerin katılımı olmaksızın bu işi yapıyorsa, tıpkı bireysel terörizme karşı olduğumuz gibi, bunun da kesinlikle karşısında oluruz. Bu tür eylemler bireysel terörizmdir; kitlelerin eyleme geçme ruhunu öldürür, onları pasifizm ruhuyla eğitir. Üstelik halk, meseleyi şöyle yorumlar: “Biz aktif görevler üstlenebilecek düzeyde değiliz, bizim adımıza eylem yapan kahramanlar var.” Böylece, bir yanda “kahramanlar”, diğer yanda mücadeleye katılmayan yığınlar görürüz. Yığınların eyleminin hazırlanması ve örgütlenmesi açısından bakıldığında, bu düşünce tarzı çok tehlikelidir. Rusya’da böyle bir parti vardı: Sosyalist Devrimciler Partisi. Bunlar, önemli bakanları terörize etmek için özel müfrezeler kurmuşlardı. Biz, her zaman bu partinin karşısında olduk. Bu parti, zamanla, yığınlar içindeki güvenilirliğini tamamen kaybetti. Biz, “kahramanlar ve yığınlar” teorisine karşıyız.

Hindistan’da toprağın kamulaştırılması meselesini pratikte nasıl ele almak gerektiğini de soruyorsunuz.

Bu aşamada böyle bir iddiada bulunmamalısınız. Bir yandan toprağın büyük toprak sahipleri arasında bölüşülmesini isterken aynı zamanda devletin bu toprağa el koyması gerektiğini söylüyorsunuz. Hiçbir halk demokrasisi ülkesinde, hatta Çin’de bile, kamulaştırma yapılacağı ilan edilmedi. Halk demokrasisi ülkelerinde nasıl bir düzenleme yapıldı? Toprağın alınıp satılması yasaklandı. Kamulaştırmaya yaklaşmak için atılması gereken adım budur. Toprağı, yalnızca devlet satın alabilir. Toprağın bireylerin elinde toplanması durdurulmalıdır. Şimdiden kamulaştırma yapılacağını ilan etmek, size zarar verir. Bazı yoldaşlarınız Hindistan’da iç savaşın başlatılması gerektiğini düşünüyor. Bunu konuşmak için daha erken. İş savaş koşulları giderek olgunlaşıyor, fakat henüz o aşamaya gelinmedi.

[Peki] Şimdi ne yapmak gerek?

Program benzeri bir şey ya da daha açık ifade etmek gerekirse, bir eylem platformu oluşturmanız iyi olur. Kuşkusuz aranızda farklılıklar olacaktır. Bizim aramızda da farklılıklar vardı; fakat çoğunluğun aldığı her kararı yasa olarak kabul ettik. Çoğunluğun aldığı kararlara katılmayan yoldaşlar bile, bu kararları sadakat ile hayata geçirerek, partinin tam bir irade birliği içinde hareket etmesini sağladılar. Herkesin tartışmalara katılmasını istiyorsunuz. Bu arzunuz, barış zamanlarında anlaşılır; ama bugün devrimci bir durum olgunlaşmakta ve böyle bir lüksünüz yok. Bu yüzden partinizde bu kadar az militan var. Sonu gelmez tartışmalarınız yığınların kafasını karıştırdı. Bolşevikler 1903-1912 döneminde, Çarlık koşullarının izin verdiği ölçüde, açık tartışmalar yürüttüler. Amacımız Menşevikleri partiden atmaktı; çünkü izlediğimiz çizgi gereği onlardan kopmak zorundaydık. Ama siz, partinin kendi içinde düşmanları olduğu bir durumda değilsiniz. Biz, 1912’de Menşevikleri partiden atıp onlardan arınmış kendi partimizi kurduğumuzda, parti artık homojendi [yekpareydi]. Elbette farklılıklar vardı: Sınırlı ortamlarda toplanıyor, sorunları tartışıyor ve sonra hepimiz çoğunluğun aldığı kararlar doğrultusunda hareket ediyorduk. Bolşevikler iktidara geldikten sonra, Troçki, partinin gündeme almak istemediği bir tartışma açmak istedi. Troçki, provokatörce davranarak, partinin gerçekleri kabul etmeye yanaşmadığını ve tartışmayı reddettiğini ilan etti. Tartışmayı açtık ve Troçki’yi bozguna uğrattık. Ama bu, tüm partinin karşı olduğu bir tartışmaydı. Eğer parti az çok homojense ve ideolojik birliğe sahipse, o zaman bu partinin tartışmaya ihtiyacı yoktur. Tartışma basın üzerinden değil, sınırlı çevrelerde yürütülmelidir. Sonra, çoğunluğun aldığı karar yasa haline gelir.

Ghosh: Stalin yoldaş haklı. Açık tartışma bizim için çok uygun değil.

Stalin: Bizim partimizin 5 milyon 600 bin aktif üyesi ve 800 bin aday üyesi var. Adaylık ne anlama geliyor? Yıllar önce de, yeni üyeleri partiye kabul etmek yerine, partiye katılmak isteyenleri sınıyorduk. Bazılarının 4-5 yıl beklemede kaldığı oluyordu. Onları sınıyor ve eğitiyorduk. Çoğu hemen partiye üye olmak istiyordu, fakat önce sınanmak ve eğitilmek zorundaydılar. Temel bir sosyalist eğitim gereklidir; üyeliğe kabul bundan sonra gelir. Bizim pratiğimiz adaylık kurumunun yararlı olduğunu kanıtladı. Parti içinde geniş bir sempatizan tabakamız var. Fakat partiyi yeni üyelerle aşırı kalabalıklaştırıp parti saflarını şişirmemeliyiz. Aslolan, üye sayısı değil, üyeliğe kabul edilenlerin niteliğidir.

Bana, hangi koşullarda partizan savaşını başlatmak gerektiğini soruyorsunuz. İleri kapitalist ülkelerde partizan savaşı çok büyük önem taşımaz. Bu ülkelerde, partizanlar çabucak yakalanırlar. Partizan savaşı, özellikle yarı gelişmiş ve geri kalmış ülkelerde anlamlıdır. Örneğin ABD’de veya Almanya’da partizan savaşına başlamak çok zordur. Bu iki ülkede de çok sayıda büyük şehir, gelişmiş bir demiryolu ağı, sanayi havzaları vardır ve bu koşullarda partizanlar kısa sürede yakalanırlar. Halk yığınlarının onları kahraman, kahramanların da kendilerini yığınların iradesinin uygulayıcıları olarak görmeleri yerine, yığınları edilgenliğe değil, etkin bir biçimde eyleme geçirmeye sevk eden bir tarzda çalışmak gerekir. Her halükarda, Telengana’da başlayan şeyi desteklemek gerekir. Bunlar, savaşın ilk tomurcuklarıdır. Fakat yalnızca partizan savaşına bel bağlamamak gerek. Bu, elbette mücadeleye yardımcı olur, ama zaman zaman da kendisi yardıma gerek duyar.

Halk arasında, işçiler arasında, ordu içinde, aydınlar arasında ve köylüler arasında ciddi ve yaygın bir çalışma yürütmek gerekir. Eğer işçiler arasından silahlı birlikler oluşturursanız, bunlar zamanı geldiğinde, genel bir karışıklık durumunda, yönetim organlarının denetimini ele geçirebilirler. Leningrad’da bizim Kızıl Muhafızlarımız vardı. Onları eğittik ve bu işçiler ayaklanma sırasında bizim için ne kadar yararlı olduklarını Kışlık Sarayı ele geçirerek gösterdiler. Köylülerimiz, işçi sınıfından büyük yardım gördü. Köylüler, genelde, toplumun tüm sınıfları içinde işçi sınıfına büyük bir güven duyarlar. Bu iki mücadele biçimini, işçilerin ve köylülerin mücadelesini, köylülerin uyanışı ile işçilerin yürüyüşünü birleştirmek gerekir.

Endonezya’da olanları hatırlarsınız. Endonezya Komünist Partisi yöneticileri iyi yöneticilerdi, ama gelişmeler onları olgunlaşmamış bir ayaklanma içinde yer almaya sürükledi. Yiğit, yürekli adamlardı, ama provokasyona geldiler ve imha oldular.

Bir eylem programı veya platformu oluşturmanız iyi olur. Bu programın ya da platformun odağına toprak devrimini koyun.

Bana Nehru’nun dış siyasetinin karakterini soruyorsunuz. Nehru, çelişkilerden kendi lehine yararlanmaya çalışan manevralı [zikzaklı] bir siyaset izliyor ve Amerikan politikasına karşı olduğunu göstermeye çalışıyor. Nehru hükümeti, icraatlarıyla, İngiltere’yi ve Amerika’yı karşı karşıya getiriyor.

(Rao, Dange, Ghosh ve Punnaiah yoldaşlar Stalin yoldaşa tartışmalar için teşekkür ettiler ve Stalin yoldaşın talimatları temelinde tüm faaliyetlerini yeniden gözden geçireceklerini ve onun talimatlarına uygun şekilde hareket edeceklerini belirttiler.)

Stalin: Size talimat vermedim. Benimkisi yalnızca tavsiye. Bunları kabul edebilirsiniz de, etmeyebilirsiniz de.



(Görüşme üç saatten fazla sürdü)

Transkripsiyon: V. Grigoryan, 10.2.1951

İmza: V. Grigoryan

Daktilo: RGASPI F.Op. 11D. 310, LL. 71-86

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Alevi-Bektaşi inancında Cem

Alevi-Bektaşi inancında Cem, Tapınma Kurumları ve Ritüeller
İsmail Kaygusuz
1.Tapınmanın Genel Tanımı ve Alevi Tapınma anlayışı
a. Tapınma/İbadet ve Ortodoks ve Heterodoks İslamda (Sünni/Şii ve Alevi inancında) farklı
gelişen tapınma anlayışları
b. Alevi toplu tapınması Cem’in kökeni (Kırklar Meclisi ve Miraç) ve Cemevi
c. Cami ve Cemevi’nin kökeni aynı, ama içinde yapılan tapınma ritüelleri farklıdır
2. Cem ve Erkanları ya da Tapınma Kurumlarının Dünü ve Bugünü
a. Cem tanımlamaları ve Erkanlarının çeşitliliği üzerine
b. Cemde Görülüp/Sorgulanma Erkanı; manevi temizliğe ulaşma ya da düşkün sayılma
c. İkrar verme/Musahiplik; kurum olarak işlevsel önemi, ritüelleri, kökeni..
d. Çok kısa olarak musahiplik ritüellerinden de sözedelim:
e. Bugün Cem Erkanlarının inanç ögeleri tabanında sosyo-psikolojik işlevleri ağırlık kazanmıştır


1.Tapınmanın Genel Tanımı ve Alevi Tapınma anlayışı
a. Tapınma/İbadet ve Ortodoks ve Heterodoks İslamda (Sünni/Şii ve Alevi inancında) farklı gelişen tapınma anlayışları



Aleviliğin toplumsallaştırılmış tapınma kurumlarının tümünü içinde barındıran Cem’in değerlendirilmesine geçmeden önce tapınma, yani ibadetin ne olduğu üzerinde birkaç söz etmek gerekir. Tapınma sosyo-psiklojik anlamda, toplumun üst yapısını oluşturan değerler ve kültür kat(man)larından din ve dinsel inançların temel ögesidir; bireyin, dinsel inancının Tanrısına yaranması, yani kendisini iyi bir kul olarak kabul ettirebilmesi için açığa vurduğu davranış ve eylem biçimlerinin tamamı olarak tanımlanabilir. Bir başka söylemle, inanan ve kendisini ona kul gören bireyle, Tanrısı arasında bir anlaşma-uzlaşma sağlamak, bir bağ kurmak için eyleme sokulan davranış biçimlenmelerinin tümüdür tapınma. Birey bunları uygularken, Tanrıya kendini daha yakın duyumsayarak, kazandığını düşündüğü yücelikle içsel ya da ruhsal dünyasını doyurduğu gibi, yaşadığı toplumda bir üstkişilik belirlemesi yapar. İslam bilginlerine göre de, yani dinsel anlamda ibadet, ruhun temizlenmesi için araçtır. Tapınmanın Arapçası ibada/çoğ.ibadat ile abd/çoğ.ibad ( yani kul-köle) sözcüklerin türdeş
olmasıyla da “tapınılan” “tapınan” ilişkisi kurulur. 



Böylece ibadet, ibad (yani, kullar, yaratılmışlar) tarafından yapılan ritüellerin genel adı oluyor; bu etkinliklerin en açık belirleyicsi de “dua etme/niyaz etme, yalvarma/yakarma,çağrı” anlamlarına gelen salat (Ancak bunun yerine, Arapçanın konuşulmadığı ülkeler dışında dışında Farsça karşılığı namaz, Afganistan’da nmuz kullanılır; W. Montgomery Watt, Muhammed in Medina, London, 1956, s.304) deyimidir. Salât sözcüğü Kur’an’da tam 85 kez geçtiği halde, beş vakiti belirleyen hiç bir açıklama yoktur. Sadece fecr (sabah), maghrib (günbatımı, akşam) ve isha (yatsı) vakitleri için bazı dolaylı göndermeler ya da söylemler vardır. Peygamberin dünyadan göçüşünden 150-160 yıl sonra zuhr (öğle) ve asr ikindi) vakitleri eklenerek Abbasi yönetimi (fıkıhçıları) tarafından beş vakit resmileştirilmiştir.

Bu dönemde Abbasi din bilginleri hadisler ürettikleri ve şeriat yasaları (fıkıh) külliyatı çıkardıkları dönemde üç vakit duaya öğle ve ikindi eklenerek beş vakit salat olarak son biçim verildi. İbn Hajar Hadis Külliyatında (4.Vol. s. 238) anlattığına göre, Abu Darda bir misyoner görev üstlenerek Bağdad’dan, üç vakit olarak bilinip uygulandığı Medine’ye geldi; beş vaktin nasıl düzenlenerek oluşturulduğunu Medinelilere gösterdi ve Bagdad’a döndü. Gerekçesi de Peygamberden iki vakit daha eklenmesini rivayet etmesiydi. Oysa Abu Davut ve Nissai, Ammara bin Ruveba’nın Muhammed peygamberin ‘sabah ve akşam Tanrıya salat eda eden müminin cehenneme gitmeyeceğini” söylediği rivayetinden sözederler. Büyük Hadis toplayıcılarından Buhari ve al_Müslim’de salat ve vakitlerine ilişkin birbirinden farklı yorumlar bulunmaktadır. (Aktaranlar Richard Bell, The Origin of İslam, London, 1968, s.142; Mümtaz Ali Taceddin S. Ali, “Three Times Salat or Du’a”, www.ismaili.net)



İslam şeriatının tapınması bireyseldir; korkulan bir Tanrının zulmünden korunmak, yalvarıp yakararak bağışlanmak ve ödüllendirilmek ister inananlar. Öyle bir Tanrıdır ki, iyiliği de kötülüğü de o verir; insana hem kötülük yaptırır, günah işletir ve hem de işlediği günahtan ötürü cehennem ateşinde yakar!



Ancak kulları, kendisi için vakit namazları, oruç, hac vb. bazı biçimsel davranış ve hareketler olan ibadetleri yerine getirdiği zaman onu bağışlayacaktır. Kul her türlü ahlaksızlık, yalancılık, dolandırıcılık yapacak, yoksulu sömürecek, öksüzün-yetimin hakkını yiyecek ve sonra tövbe edip ibadete başlayınca, hatta iki rekat nafile (yani fazladan) namaz kılınca Tanrı onun bağışlayıp ödüllendirecektir. Ne kolaylık değil mi? Günümüz emperyalist ve küresel kapitalist sistemleri hiç kuşkusuz böylesi Tanrının varlığına-Bir’liğin sahip çıkacak ve sonuna kadar savunacaktır. Alevilik tapınmayı bireysellikten çıkarmış, anlamını değiştirmiştir. Yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız ibadet anlayışı ve bu türden tapınmalar bekleyen bir Tanrı inancıyla, Aleviliğin, yakından uzaktan bir ilişkisi yoktur. Alevi canın Kur’an’ı da Rahman’ı da insandır, tapınması onadır; gördüğüne tapar, hayale değil. Bunu biz değil
aşıklarımız-ozanlarımız söylüyor: 


“Kuranidir sözümüz
Rahmanidir yüzümüz
Hakk’ı görür gözümüz
Aldanmayız hayale” (Türabi)

“Mülk yaratıp dünya düzen ol bahçevan heman benem
Halk içinde dirlik düzen dört kitabı doğru yazan
Ağ üstüne kara düzen ol yazılan Kur’an benem
...
Kafirdürür inanmayan evvel ahir heman benem”
(Yunus Emre);

“Her ne yerde gökte var ademde var
Her ne ki yılda ayda var ademde var
Ne ki elde yüzde var kademde var
Bu sözü fehmetmeyen adem davar”
(İmadeddin Nesimi);

“Ey müminler beni ziyaret edin
Yüzüm cemalullah sıfat bendedir
Dört kitabım yahu beni kıraat edin
Kur’an Zebur, Tevrat İncil bendedir”
(Edip Harabi);

“Minareye çıkıp bize bağırma
Haberimiz vardır sağır değiliz
Sen kendini düşün bizi kayırma
Allah’la biz ayrı gayrı degiliz”
(İbreti).

Doğrudur, ama bu fiziksel ya da biyolojik birliktelik değil; tanrısal özün insanda saklı oluşudur. Bu öz İmam Ali’de, Ehlibeyt beşlisinde, İmamlarda büyük velilerde tecelli ettiği gibi, insan-i Kâmil’de, insanlığa hizmet eden her gerçek insanda görünüm alanına çıkar... Kaygusuz Abdal’ın dediği gibi, “Eşya-yı mahlûk Halik’ten ayrı degüldir (yani yaratılmış nesneler-maddeler, yaratıcısıyla birdir; ayrı olamaz...”.
Alevilikte görünmez Tanrıyı memnun ederek onunla anlaşmak ve öte dünyada cehennem ateşinden kurtulma kaygısı ya da cennetten güzel bir yer kapacak olmanın sevinci yoktur.




b. Alevi toplu tapınması Cem’in kökeni (Kırklar Meclisi ve Miraç) ve Cemevi


Billindiği gibi Görgü Cemi ya da Cemlerinin bir diğer adı da Kırklar Cemi’dir. Alevi inanç geleneği, talibin Muhammed-Ali yoluna girmesi olan ikrar verme, kardaşlık/musahip tutma ve görülme sorulma törenlerini yapıldığı Görgü Cemi’nin Muhammed’in Miraç’tan döndüğünde Kırklar Cemi’ne kabul edilişine bağlamaktadır.


Abdülbaki Gölpınarlı şu saptamayı yapar:
“Bektaşilerde nasip alan, yani ikrar veren kişinin girdiği törene, bu törenle manevi aleme ağmak amacıyla ‘Miraç’ derler. Nasip alan kişiyi tören bittiğinde ‘Miracın kutlu ya da mübarek olsun’ diye kutlarlar. Alevilerin musahib kavline girişlerinde de ‘Miraçlama’ dedikleri nefes okunur.”

Önce kısaca Miraç’tan söz edelim:

Sünni ve Şii geleneğinde Mirac olayı , biçimi ve sayısı üzerinde çok sayıda rivayet vardır. BiriMekke, diğeri Medine’de olmak üzere en az iki kez Muhammed’in Miraca çıktığından tutunuz da, Peygamberin, “ikisi Mekke’de, 118’i Medine’de” olmak üzere tam 120 kez Mirac yaşadığına dair bir hadisten bile söz edilmektedir.

Kuran‘ın XVII. ve LIII. surelerinin sadece iki ayetinde geçen Miraç (yukarı çıkılacak araç, merdiven anlamında) olayının Alevi-Bektaşiler tarafından yapılan yorumu Sünni ve Şiilerinkinden çok farklıdır. Cebrail tanrının kendisine görünmek istediği haberini getirir. Yıldırım gibi hızlı uçan kanatlı at, Burak’a binerek göğe yükselir. Muhammed kendini Kudüs’de Süleyman Peygamberin tapınağı (Kuran’da Mescid-ül Aksa adı geçmektedir) üzerinde uçarken bulur ve nurdan bir merdiven görür. Ve merdivene tırmanarak tanrıyla buluşmaya çıkar. Yedinci kata çıktığında, Tanrı katına varmadan önüne heybetli bir arslan çıkar, bu Ali’dir. Kükrer bırakmaz onu. (İmamlardan rivayet edilen Şii Mirac anlatılarında da Peygamberin çeşitli biçimlerde Ali ile karşılaşması vardır; ama sadece Anadolu Alevi geleneğinde Ali’yi arslan donunda gördüğü alatılır) Peygamber arslandan çekinir; mühür yüzüğünü (hatem) ağzına vermesini fısıldar kulağına Cebrail.




İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’nda, “yüzüğünü ağzına verdi, onda nişan kaldı. Andan (arslan) sakin oldu. Seyyidi (Muhammed) Sidret-ül Münteha’ya erişti. Dost dosta kavuştu. Doksan bin kelam söylendi...” denilmektedir.

Hatayi, Muhammed’in “genç ve mahbub bir delikanlı” donunda göreceği tanrısına kavuşmasına izin veren, hatta rehberlik eden arslanı şöyle tanımlar:


“Yedinci felekde Arslan görünen
Hatemin ağzına verip sır eden
Gelip Kırklar ile Cemde bulunan
Cümlesine serdar olan Ali’dir”


Başka bir versiyonda ise, Sidret-ül Münteha’da perdenin arkasından yeşil benli elini uzatıp 


“gel habibim, ben bu evreni senin yüzsuyu hürmetine ve senin sevginden dolayı yarattım” 

diyen tanrıyı Ali’nin donunda gördüğü anlatılır. Muhammed Miraç dönüşünde Kırklar sohbetteyken kapılarını çalar. Burada geçtiği anlatılan konuşmaları ve olayları dinlememiş ve bilmeyen Alevi can yoktur. Ali çıkarıp yüzüğünü (hatem) geri verince, onun büyüklüğünü tasdik edip:

“Ey ashaplar gerçek Ali’dedir; Ali’ye varın, ondan isteyin dileklerinizi” der. 




Kırklar ikrar verip ikişer ikişer musahib tutarak, Ali’ye talip olurlar. Muhammed de Cebrail’in rehberliğiyle Ali ile musahib olur. Yer gökle, Cebrail Adem peygamberle, Muhammed Ali ile musahiptir artık. Alevi inanç söylenceleri arasında çok önemli bir yeri olan bu göksel Kırklar Meclisi olgusu, Peygamberin İslamı yaymaya ve yaşatmaya çalıştığı 12-13 yıllık Mekke dönemindeki kendisine bağlı inananlarla yaptığı gizli toplantıların, toplum bilincinde kutsanıp mitoslaştırılmasıdır. 

Bunun İlk örneğini 8.yüzyılın ortalarında İmamların bilginlerinden Muhammed Bakır döneminde yazılmış Ummu’l Kitab’da Adem yaratılmadan onbinlerce yıl önce (yaratılış ötesinde) nurdan insan biçimliTanrı’nın organlarını oluşturan yaratılmamış Ehlibeyt beşlisi dışında onlara bağlı ve 12 nakib, 28 necib tanımlamasıyla (kırklar) 1000 renkli Beyazlık denizinde yaşayan, farklı renklerde nurdan ruhsal varlıklar olarak olarak anlatılır. 

Tanrı hepsinde de görünüm alanına çıkar; ancak Ehlibeyt Beşlisi dışında sadece Salman’a tanrısallık bağışlamış ve onu kendine vekil yapıp Şeytanı altetmiştir. Bu kırk nurdan ruhsal varlıklar Salman, Mikdad, Abu Zer, Ammar vb. verilen adlar göstermektedir ki bunlar, Peygamber’e ilk inanan gerçek Kırklardan başkası değildir. Mekke’de ilk İslam topluluğunun tapınma yeri yoktu. İbn Hişam’ın (ö.828) Siyar-ı Nebi’’sine (s. 159, 190) göre, İslam Peygamberi yaklaşık 13 yıllık Mekke döneminde, ancak yarısında tamamladığı kadınlı erkekli kırk kişilik inananlarıyla kendi evinde, Mekke’nin en dar ve gizli sokaklarında bulabildiği uygun bir mekanda ya da bir mağarada tapınma düzenlemeye başlamıştı. 

Akşam, gece ve sabah olarak bildirilen Tanrıya dua etmeyi/tapınmayı, anlaşılıyor ki, putperest Mekkelilerin ağır baskıları yüzünden, kendilerini güvencede hissettikleri ya da güvenceye aldıkları zamanlarda akşamdan başlayarak sabaha kadar toplu tapınma biçiminde yerine getiriyorlardı. İbn Hişam’ın verdiği bilgiler, 9.yüzyılın ortalarında yazılmış İkhvan-as Safa Risaleleri tarafından desteklenmektedir.


Bilginler Miraç olgusu ya da mucizesinin tarihi olarak, Muhammed’in peygamberliğinin 6.yılı yada Hicret’ten 4 yıl önce, yani 618 olması gerektiği –ki 620 diyenler de bulunmaktadır- üzerinde anlaşırlar. Birincisi, 616 yılı Kırkların, yani ilk İslamların sayısının kırka tamamlandığı tarihtir. Artık Kırklar Meclisi kurulmuştur. Yukarıda söylendiği gizli yerlerde geceleri cem olup, hem gizlice ibadetlerini yapıyor hem de gündüz bulabildikleri, çeşitli biçimlerde sağlayabildikleri günlük yiyecek ve içeceklerini paylaşıyor.(Simgeleşen bir üzüm danesinin bölüşümünü düşünelim.) Kuşkusuz yarınki yaşamları ve İslamı yayma hizmetlerinin planları da konuşulup tartışılıyordu. 


Ayrıca bu tarihten itibaren İslam peygamberi ve ilk İslam inananları üç yıl boyunca Mekke aristokratlarının sürgün ettiği Şeb-i Abi Talib adıyla anılan bir vadide ekonomik ambargo altında açlık sıkıntısı çekerek ve her an ölümcül bir saldırı bekleyerek yaşamaktaydılar. Muhammed’in Mekke yılları, kendisini ve kabilesinin, İslama ilk inananların, en sıkıntılı ve baskı gördüğü yıllardır; büyük yoksulluk ve açlık çekiyorlardı. Çünkü, 620 yılı başlarında varlıklı karısı Hatice ve hemen arkasından, Müslüman olmamasına rağmen, kabile yasalarına göre, kendisini koruma altına almış olan amcası Ebu Talip de ölmüş bulunuyordu. Yine kabile geleneklerine göre talep ettiği “aman hakkı”nı Mekke’de hiçbir aileden alamayınca, Taif’e göç etme girişiminde bulunmuş; ama taş ve sopalarla karşılanmıştı. Muhammed Şeb-i Abi Talip sürgününden, ölen karısı Hatice’nin akrabalarının verdiği “aman hakkı” ile Mekke’ye geri dönebilmişti.



Bu tarihte sayıyı tamamlayıcı olarak Kırklara karışan kişinin adını merak etmektesiniz ya, duyunca da Aleviler olarak şaşıracak, inanmıyacaksınız. Onu, inanç geleneğimizdeki Kırklara karıştırmak değil, kapısına bile koymazsınız; çünkü hemen Ebubekir’in halife seçimi sırasında Ali’ye ve özellikle Fatima’ya yaptıklarını anımsayacaksınız. Oysa bu sahabi, Ortodoks İslamın en adaletli halifesi olarak büyük saygınlık sahibidir. Bu kişi Khattab oğlu Ömer idi. Bildiğiniz gibi Muhammed’i öldürmek niyetiyle evinden çıkan ve Mekke ticaret aristokrat aileleri arasın gücü ve savaşçılığıyla tanınmış 27/28 yaşlarındaki Hattab oğlu Ömer, kızkadeşinin direnişinden etkilenerek Peygamberin yanına müslüman olmak için gelir. Ancak Ömer’in kırkıncı kişi olarak İslama girmiş olması, Muhammedi ve kabilesinin üç yıllık sosyal ve ekonomik ambargo altına alınmasını engellemez.

İkhvan as-Safa (IV.Risale 16.kısım) bir küçük paragraf içinde şöyle söylemektedir: 

“Muhammed ilk kez misyonuna, yani peygamberliği yayma eylemine Hatice ile başladı, sonra vasisi Ali, dostu Ebubekir, Malik, Abuzer, Şuayp, Bilal, Salman, Cubeyr, Basir ve diğerleriyle, bir kadın 39 erkekten oluşan bir topluluk oluncaya kadar sürdürdü. Peygamber, ya Abu Cehil’in ya da Ömer’in din değiştirerek İslamın güçlendirilmesi için Tanrıya yalvardı ve kırk kişi oldular; o zaman yüce davayı açığa vurdular (izharu d-dava)...”(Yves Marquet, La Philosophie Des Ikhwan al-Safa, etudes et documents, Alger, 1973, s.373)

İlk Kırklar arasında adı geçensahabilerden Ebubekir ile Ömer’in Ummu’l Kitab’ta 12 Nakib ve 28 Necib arasındabulunmamaktadır. Ayrıca Kolayni Al Kâfi’sinde, İmam Bakır’ın Salman, Mikdad, Abu Zer, Ammar Yesari vb. bazı isimler vererek, diğer sahabilerin din kurucusu Dede’sine ihanet ettiklerini söylediğini yazmaktadır. Dahası Ömer bin Khattab, Medine’de ilk Cem’de, yani ilk toplu tapınmada ikrar verip Ensar’dan biriyle yol kardeşi (musahip) olmuştu. Peygamber’in dünyadan göçmesiyle, cenazesini bile kaldırmadan ikrarlarından döndü herikisi de. İkhvan as-Safa Kırklar Meclisini, Ummu’l Kitap gibi yaratılış ötesine götürmüyor, onu tarihsel nesnelliği içinde ve çok gerçekçi değerlendirmektedir.


Bu Meclisin kuruluş amacı, Mekke ve Medine’deki inançsal, sosyal, ekonomik ve siyasa işlevler ve ilişkilerin temelinde tüm insanlığı kapsayan evrensel devlet-toplum tasarımı geliştirmiş bulunuyordu. İmam Cafer Sadık Buyruğu’na sınıfsız bir toplumun yaşadığı “Rıza Kenti” olarak yansımış bu tasarım, Fransızcaya “Cité Spirituelle” (Ruhsal yada manevi kent ya da devlet) olarak çevrilmiş; dinsel inançlardaki “ruhsal yaşamın, cennette ölümsüzleşen sonsuzluk hedefi üzerine kurulmuş mükemmelliğe-olgunluğa ulaşması için tüm özellikleriyle cennetin nesnelleşmesi, dünyaya taşınmasıdır bu tasarım. 

Dünyayı ve insanlığı bozulmaktan ve bozan kötü nesillerden (baş hedef Abbasiler olmak üzere tüm baskıcı yönemtimlerden) kurtarmak için ‘din ve inançlar konuşunda biliçli ve gerçek bilimleri özümsemiş bu alanlarda yetişmiş eğitimli, deneyim sahibi kardeşlere (İkhvan) gereksinim vardır ve dinler, ancak karşılıklı konuşup tartışmak ve yardımlaşmakla yüceltilebilir” (Risale I,100, 140; Risale IV, 126) 

Bu devlet tasarımının başında zamanın İmamı vardır diğer hiyerarşik organlarından dört Abdal dört meleği temsil eder ve Hüccet ya da baş Dai makamındaki kişinin başkanlık ettiği en önemli organ kırklar meclisidir. Sonra dört yüzler ve onları eğitip yetiştirdiği dört binler gelir... Yesribli (Medine) hacılar aracılığıyla, “Üç Akabe Biatı” anlaşma ve konuşmaları sonunda, 622 yılında Medine’ye göç etti Muhammed. Kırklar Meclisi, bu baskı ve sıkıntılı çok gizli çalışmalar gerektiren yıllarda oluşturulmuş ve görev yapmıştır.

Başlarında 20–22 yaşlarındaki Ali’nin bulunduğu, hem Peygamber’i koruyan (Ali’nin, Peygamber’in evini basarak öldürmeye gelenlere, onun yatağında yatıp, hayatını ortaya koyarak karşı durduğunu anımsayalım), hem çeşitli yollarla abluka altındaki Müslümanlara yiyecek içecek sağlayan ve Yesriblilerle ilişkileri geliştiren; etkinliklerini ve toplantılarını gizli yürüten bir örgüttü. Muhammed’in miraç dönüşünde ilk kez bu meclise uğrayıp, yaşamış olduğu göksel visionu onlara anlatması ve onlardan Tanrı’yı gördüğünü herkese yaymalarını istemesi de misyonun bir parçasıdır. Bunların arasından oniki kişinin tebliğci olarak Hicret olayından önce Medine’ye gönderilip, onlara İslamı öğrettikleri, orada bir Müslümanlar kolonisi kurdukları biliniyor.

Kırklar Meclisi, etkinliklerini ve toplantılarını gizli yürüterek Yesriblilerle ilişkileri geliştirmişti. Mekke gibi zengin ticaret toplumunun, kutsal inançları ve tüm değerler sistemini altüst eden İslam dininin ilk mensupları, elbetteki gizli bir örgüt gibi çalışacaktı. Bu bağlamda araştırmacı ve tarihçilerin, olayın bu yönünü görmek istemeyip, Kırklar Meclisi’ni ya toptan yadsımaları, ya da hayali “göksel meclis” gibi değerlendirmelerini doğrusu yadırgıyoruz. Bu gizli meclis, özellikle Mekke ticaret aristokrasisi dışındaki yoksul kabile mensuplarını, Bedevileri ve yerli-yabancı emekçi köleleri İslama çekebilmeleri için, yeni ve eşitlikçi, paylaşımcı bir sistemi öngören inanç ve toplu tapınma kuralları yaratmışlardır. Bu bir avuç insan, din kurucusunun önderliği ve kendilerini güvencede tutacak bir hizmet dağılımında, gizlice toplanıp, tapınıyor; konuşup, tartışıyor ve kendi kendilerini eğitiyorlardı. Öbür yandan Hicret (göç) etmeye karar verdikleri, Yesrib (Medine) tarımla uğraşan bir kabileler konfederasyonuydu ve toprağı ortak kullanıyorlardı. 


Ayrıca bazı kabileler Musevi olduğu gibi aralarında yaşayan Hırıstiyanlar da bulunuyordu. Bu nedenlerden dolayı, sığınma durumunda kalacakları bu topluma uygun değerler de geliştirmeliydiler. Böylece “Kırklar” söylencelerinde günümüze kadar ulaşan (simgesel) bir üzüm tanesini kırka bölmek ya da ezip şerbet yaparak, kırk kişinin tatmasını sağlayacak bir bölüşümcülük ve birine neşter vurulunca hepsinde aynı acıyı duyuracak, kan çıkartacak kardeşlik ortamı oluştu bu mecliste. 

İçlerinde Zerdüştlüğü–Mazdekizmi, Maniheizmi, Musevilik ve Hıristiyanlığı çok iyi bilen, bu dinlerin bir kısmına girip çıkmış Selman-ı Farisi gibi bir bilge öğretmen ve annesi Bizanslı bir köle olan Musab b. Umeyr gibi bir başka tebliğci öğretmen de vardı. Bu sonuncusu, Peygamber’den önce Medine’ye gidip, orada bir İslam cemaatı kurarak ortamı hazırlayanların başında geliyordu. Demek ki, ancak Kırklar Meclisi’ni gökten yere indirip, tarihsel nesnelliğe kavuşturduğumuzda, görgü cemi ve musahiplikle köken ilişkisi, akılcı bir taban bulur. 

Bu dönem karanlık içinde bırakılmış, aydınlatılmış değildir; Ali’nin ve Salman’ın Kur’an yorum ve çeviri çalışmaları ortalarda yoktur. Her inen ayeti ilk okuyup öğrettiği kişilerden olan Ali ile Salman’ın –ki onun bazı ayetlerin anlaşılır kılınmasında Peygambere yardım ettiği de bilinir, bunun için kendisine yersel Cebrail adı verilmiştir- onları yazıp kitaplaştırmadığı düşünülebilir mi? 




Yukarıda adını verdiğimiz İmam Bakır döneminde kaleme alınmış Ummu’l Kitab’da İmam
Ali’ye atfedilen Kitabu’l-ikhbarat (Haberler/Hadisler Kitabı) (f. 162) yazarı verilmeyen Kitabi ma Ahli Beyt (Bizim Ehlibeyt Kitabımız) (f. 7) Ve yine yazarı belirsiz Kitabhayi nihani (Gizli Kitablar) (f. 206) isimli kitap adları geçmektedir. Ayrıca Şiilerce için çok değerli olan El Kolayni’de anlatıldığı üzere, İmam’dan İmam’a devredilen emanetler sandığında bir Ali Kur’an’ı ve gelecekten haber verdiği söylenilen bir Fatima mushafı vardı. Adı verilen kitapların hiçbiri zamanımıza ulaşamamıştır. Muhammed’in ölümüyle birlikte dağıtılan meclisin yeraltında oluşturulup çalıştığı ve batıni inancın geliştiği; ilk kırklar Meclisi tapınmaları yapılabildiğince sürdürüldüğü anlaşılıyor. Ali tanrısallığında bayraklaşan bir toplumsal ihtilal sonucunda Ali’nin başa getirilmiş olması, rastlantı değildi.

c. Cami ve Cemevi’nin kökeni aynı, ama içinde yapılan tapınma ritüelleri farklıdır

Muhammed peygamber 622 yılında Medine’ye göçedince, tapınmalarını yapmak ve her türlü
toplumsal ve güvenlik sorunlarını konuşmak için geniş bir avlu yaptırdı. Tapınma sırasında,
yani dua ederken yüzler Kudüs yönüne çevriliyordu. Muhammed Mekke’den gelen
müslümanlarla (muhacir), bir yıl önce Kırklar arasından nakip olarak gönderdiği 12 kişinin
Medine’de İslama çevirdiği yerlileri (ensar) burada kardeşleştirdi. Tapınma törenlerinin bir
parçası olarak, ortak çalışıp, kazancı ortaklaşa kullanmak ve bölüşümcülük temelinde ömür
boyu ailecek sürdürülen yol ve inanç kardeşliğiydi bu. Ortodoks tarihçilerin “Muahat Akdi”
(Kardeşlik Anlaşması) adını verdikleri bu tören, Alevi toplu tapınması Görgü Cemi’nin en önemli kurumu Müsahipliğin temelidir ve kesintisiz aynı ilkeler bağlamında “ikrar verme, yola girme, yol kardeşi olma” ritüelleriyle günümüze değin sürmüştür. Bu ilk toplanma, “cem”olma yerinin adı cami değil, mescid (secde edilen, ibadet yapılan yer) idi. Alevilerin tapınma yeri olan Cemevi/Meydanevi, bu ilk Kuba mescidinin işlevlerini sürdürmektedir.
İbn İsak vb. gibi 9.yy. Siyar yazarlarının geniş hayal güçleriyle yarattıkları ve Arap dilinin ilk edebiyat örneklerinden olan Miraç öykülerinde anlatılan Beş Vakit namazın öyküsü
varyantlarının bir gerçekliği yoktur; sözde elli vakitmiş de Musa Peygamberin uyarısı üzerine
Muhammed Tanrıya yalvararak 5’e indirmesini sağlamış. Üstelik 13.yy. Latince’ye çevrilmiş bir Miraç kitabında Musa’nın delaletiyle 500’den 50 ve sonra 5 vakite indirildiği yazılıdır.

2. Cem ve Erkanları ya da Tapınma Kurumlarının Dünü ve Bugünü

a. Cem tanımlamaları ve Erkanlarının çeşitliliği üzerine

Cem, sözcük olarak, “toplantı, biraraya gelmiş insan topluluğu-cemaat, meclis” anlamlarına
Alevi-Bektaşi inancında Cem gelir. Ancak yüklendiği inançsal ve toplumsal işlevler bağlamında derin içerikli bir kavramdır. Cemler, Cemevi ya da Meydanevi’nde yapılır ve aynı zamanda yapıldığı toplumsal birimin (mezra, köy, mahalle, kasaba vs.) ve bireylerinin (özel) sorunlarının konuşulup çözümler üretildiği, yönetimine müdahale edilip değiştirilmesine, düzeltilmesine karar verildiği kadın erkek yetişkinler topluluğu olarak bir Halk Meclisi’dir.


Toplanılan yer alamına gelen Ortodoks İslamın Cami’si de aynı kökten olmasına rağmen farklı bir işlev ve işlerlik kazanmıştır. Cemler aynı zamanda, topluma ve bireylerine karşı haksızlık yapmış, suç işlemiş kişilerin yargılandığı adalet mahkemeleri ve jüri topluluğudur. Yine Cem, tarih, felsefe, edebiyat, müzik, dans ve diğer yaşamsal bilgilerin öğretildiği ve öğrenildiği bir öğretmenler ve öğrenciler topluluğu olduğu kadar; ortak kazan kaynatılarak, ayrıca getirilen niyazların-lokmaların birleştirilip eşit üleştirilerek yenilip içildiği ve müzik ve dans sanatlarının icra edildiği bir coşku ve muhabbet meclisidir.

Bunlar abartma değildir; Alevi-Bektaşi cemlerine sosyo-ekonomik açıdan ve bilimsel yaklaşıp
çağdaş gözle bakarsanız bunlardan daha da fazlasını görürsünüz. Düşününüz ki, bütün bunlar
Cem erkanlarının çeşitliliği içinde ritüel uygulamalar olarak gerçekleşmekte ve Alevi-Bektaşi
Cem toplu tapınmalarının birer parçasıdır. Ortodoks İslamın değişmez kalıplara sokulmuş
tapınma eylemleriyle hiçbir biçimsel yakınlığı yoktur. İmam Cafer Buyruğu’nda Cem’in
özellikleri şöyle vurgulanır:

“Cem’de büyük küçük, güzel çirkin bir olur ve dahi Cem cennettir; müminleri (erkekler) melek, müslümleri (bacılar) huridir. Yedikleri cennet taamı, içtikleri cennet şarabı, giydikleri cennet esvabıdır...Pirlerin mürşidlerin evleri Makkeleridir. Onları ziyaret edenler binbir kere hacı ve gazi olurlar; günahlarından kurtulup masum ve pak olurlar...”

Uzun söze ve açıklamaya gerek var mı? Cennet dünyaya taşınıyor ve erişilmezlikten
kurtarılıyor. Görgü Cemine katıldınız mı cennete gitmiş oluyorsunuz. Bununla da kalınmıyor;
Cem’i yürüten ve yolu-yordamı öğretenlerin, yani pirlerin-mürşitlerin evini de bir kere ziyaret edince binbir kez hacı olursunuz. Mekke gitmek gitmek anlamsız bulunuyor; çünkü onların oturduğu yerleşim yeri Mekke kadar kutsaldır. Cem, Cemevi ve Alevi inanç kültürü birbirinden ayrı düşünülemez. Cemevi Alevi inanç ve kültürünün okuludur. Bu okulun çevresinde kurulmuş (ve kurulmuş olması gereken) Alevi-Bektaşi dernekleri, demokratik kitle örgütleri, vakıflar, birlikler vb. bu büyük inanç ve kültür miraslarının sağlıklı yaşaması, yozlaşmaması ve unutulmamasına hizmet ederler ve etmelidir. 



Alevilik , içinden çıkmış olduğu İslamiyeti batıni/tevil yorumlarıyla şeriat karmaşası ve doğmalarından arındırıp, akılcı bir anlaşılırlık içinde, birçok inanç ve felsefeleri de özümseyerek, toplumsal kurumlar biçiminde geliştirip yaşama geçirmiştir. Bu kurumlar Alevi-Bektaşi toplumunun sosyal, ekonomik, adli ve ahlaki gereksinimlerini eşitlik ve paylaşımcı ilkeler çerçevesinde karşılayabilen bir içyönetim ve yaşam düzeni oluşturmuştur. Aleviler, şeriat temelli egemen yönetimlerin tüm baskı ve zulümlerine, resmi din dayatmalarına, işte bu, nesnel dünyaya yönelik tapınma kurumlarıyla yarattıkları düzen sayesinde göğüs gererek varoluşlarını sürdürebilmiştir. Dışarıdan dayatılan güçler ne denli zorba ve kanlı olmuşsa da, Alevi inancını ve Alevice yaşam biçimini yokedememiştir. Bu tapınma ya da ibadet kurumları tümü Cem Erkanları’dır.




Bize göre Cemler iki ana bölümde incelenmelidir:


I. Görgü Cemi/Ayn-i Cem ya da Cemleri; ikrar verme-musahiplik cemi, görülüp-surulma cemi, düşkün kaldırma ve yaşamsonu dardan indirme cemleri, bir diğer deyişle bu erkanların
uygulandığı cemlerin genel adı Görgü Cemi’dir,
II. Muhabbet Cemleri/Eğitim –öğretim amaçlı temsili cemler (Abdal Musa Kurban Cemi, Hızır Cemi, Koldan Kopan erkanı/gençleri yetiştirme, Oniki Hizmet görme temsili eğitim cemi...
b. Cemde Görülüp/Sorgulanma Erkanı; manevi temizliğe ulaşma ya da düşkün sayılma
“Görgü ve ayn” sözcükleri eş anlamlı ve “göz ve görmek”le ilgilidir. “Ayin” sözcüğünün ses
benzerliğiyle birlikte taşıdığı anlam ağır bastığından ötürü “Ayin-i Cem” kavramı kendini kabul ettirmiş, Bu yüzden Cemler sadece dinsel bağlamda değerlendirilmiş. Oysa “Görgü Cemi” ya da “Ayn-i Cem”ler gerek biçim ve içerik, gerekse uygulamalar açısından bütünsel bakıldığında, tümüyle “dinsel törenlerin” uygulandığı toplantılar anlamı çıkarılamaz. Görgü Cemi dar anlamda taliplerin toplanarak Dede ile görüşmesi ve Dede’nin taliplerinin halini hatırını sorması, sorunlarıyla ilgilenemesi; toplumsal görüşme konumunda Tarikat kapısının uygulanımıdır Yaşanmakta olan nesnel dünya ve sorunlarıyla ilgilidir, dinlerin temeli olan öte dünyayla değil. 

Bu uygulanımın en güzel tanımını Hatayi şu dizelerle veriyor:

“ Eğer yolumuzdan haber sorarsan
Murtaza Ali’dir pirimiz bizim
Göregeldiğimiz sürer gideriz
Kırklar’dan ayrılmış sürümüz bizim
...
Cennet cehennnem korkusun çekmeyiz
Burda sorulmuştır sorgumuz bizim
Kazancımız meydana getiririz
Eksiğimiz var ise bitirürüz
Aşna meşrep evinde otururuz...
( yani huyunu-husunu tanıdığımız dostlarla birarada bulunuruz
İ.K.)”

Meydan açılmadan Görgü Cemi başlamaz. Yani, Oniki hizmet sahibi canlar tek tek dar’dan
geçip ritüellerini tamamlar; dualarını alıp hizmetlerinin başına geçmesiyle Meydan açılır ve
Görgü Cemi başlamış olur.. Bu Cem’e girmeye musahip olmuş canlarla , genellikle o günlerde
musahib olacak adaylar hak kazanmıştır.

Canlar, Pir’in “desturu” ile Cemevi’ne çağrılır. Hizmet sahiplerinden Peyik, Dede’nin lokmasını
taliplerine dağıtırken bu çağrıyı yapar. Akşam ortalık karardıktan sonra çağrılı talipler, Hak
Meydanı, Ali Meydanı ya da Kırklar Meydanı dedikleri Pir huzuruna çıkmak için Cemevi’ne
gelmeye başlar. Hiçkimse eli boş gelmez. Maddi durumunun elverdiğince çeşitli türden
yiyecekler getirir. Bunlara “lokma veya niyaz” adı verilir. (İsmaili Aleviliğinde Dai’ler Cemaat
hanedeki canlara İmam’dan (lokma yerine) getirdikleri ve “niyaz” dedikleri suyu sunarlar) Her
can getirdiği yiyecekleri, postta oturan Dede’den duasını aldıktan sonra ilgili hizmet sahibi
“Sofracı ya da Lokmacı Baba”ya teslim eder.

Birer tapınma kurumu ya da ritüeller topluluğu olan Cem erkanlarının herbiri başlıbaşına bir
Alevi-Bektaşi inancında Cem söyleşi, konferans konusudur. Biz burada hepsini anlatmak ve değerlendirmek durumunda olduğumuz için çok kısa özet olarak vermeye çalışacağız. Bu nedenle çerçeve içerisinde sadece Görgü Cem’indeki ‘Boyverme/Başokutma ya da Görülüp-Sorulma’ ile Musahiplik uygulamasına kısaca değineceğiz:

Genellikle Görgü’ye her keresinde iki musahib, eşleriyle/bacılarla birlikte dört can olarak dar
meydanına çıkar. Ayaklar yalınayak, başlar açıktır; bacılar neçek indirir, yani başörtülerini,
yazmalarını omuzlarına düşürürler. Bellerine kemerbest bağlamış, ayakları mühürlü (sağ ayağın baş parmağı solunkinin üzerinde) Pir huzurunda, yani Ali Meydanında Mansur Darı’na dururlar. Rehber Dar’da bulunan canların sağına geçip Meydan’a niyaz/secde ettikten sonra şunları (gülbenk) söyler:

“Allah Erenler! Bu canlar; Muhammed-Ali divanında, erenler meydanında, Pirin huzurunda
elimiz erde, yüzümüz yerde, özümüz dar’da; erenlerin Dar-ı Mansur’unda canımız kurban,
tenimiz tercüman diyorlar. Bu fakirlerin elinden, dilinden ağrınmış-incinmiş can karındaş varsa dile gelsin, bile gelsin! Haklı hakkını dilesin. Bu canlar ‘haklıdan ve Hak’tan gelen hakkıma razıyım’
derler, Allah Eyvallah!”

Postta oturan Dede onlara ilk hayırlıyı, yani duayı verdikten sonra dar’daki talipleri sorgulamayı ve telkinlerini sürdürür:

“Eyvallah kapısındasınız; döktüğünüz varsa doldurun, ağlattığınız varsa güldürün, yıktığınız
varsa kaldırın! Doğru gez, dost gönlünü incitme. Pirine mürşidine teslim-i rıza ol! Söyledikleriniz meydanın, sakladığınız sizin olsun! Dil verdik konuşasınız, el verdik tutasınız, göz verdik göresiniz! El gövdenin kaşındığı yeri bilir; doldurun döktüklerinizi, güldürün ağlattıklarınızı...”

Zaten görülmek-sorulmak, kusur ve kabahatlarından, kötülüklerden arınmak-paklanmak için
gelen bu talipler, Cem’e gelmeden önce, herhangibir kimseye haksızlık etmiş, incitmiş ya da
malına canına zarar-ziyan vermişse onu ziyaret edip ceremesini ödemiş, onunla barışmış,
helallık-rızalık almıştır. Hak Meydanı’nda, Muhammed-Ali divanında duracağı Görgü Dar’ında
yalan söylenemeyeceği, içinde bir kemlik- kötülük saklanamıyacağını bilir ve inanır.

“Yer gök tanığımızdır; ne kimseye gözün üstünde kaşın var dedik, ne kimsenin gülünü
soldurduk. Hakkım var diyen alsın hakkını. Varımızla yoğumuzla Hak meydanındayız...”
benzeri bir gülbenkle (gül-bang: gül sesi) karşılarlar.

Dede, “Canlar, erenler bacılar!, diye seslenir, bu canlar Hak Meydanı’nda dar’dalar; Mansur gibi asılmakta, Nesimi gibi yüzülmekte ve ‘Fazlı gibi hançer yüreğimizde’ demektedirler. Bu
Meydan’a baş koydular, hakkı olan hakkını istesin. Onların kusurlarını-kabahatlarını, günahlarını bilip de bildirmeyen, görüp de göstermeyenin dedine derman bulunmasın! Dile gelin canlar dile.Bu taliplerden razımısınız? Allah Eyvallah!”

Cem’deki canların hepsi birbirine eşit ve yol bacısı-kardeşidir. Cem’de ana-baba, karı-koca,
kanbağılı bacı-kardeş ayrıcalığı yoktur. Kardeş kardeşin, oğul babanın ve baba oğulun, kadın
kocasının ya da koca karısının yanlışlarını kusur ve kabahatlarını Meydan’a dökebilir. Kendisine yapılan bir haksızlığın bedelini isteyebilir. 

Dede böyle bir durumda, tanıklarıyla birlikte onları da dar’a çekerek dinler, yüzleştirir. Dede yargıç örneği sorgulama yaparken, Cem’de bulunan tüm Alevi-Bektaşi inancında Cem canlar, erler ve bacılar eşit oy sahibi bir adalet heyeti/jüri durumundadır ve son yargıyı bu Cem erenleri verir. Saklanmış bir yüz kızartıcı suçu ya kendisi itiraf eder ya da oradaki canlardan biri ortaya korsa
dar’daki kişi düşkün sayılır; eğer verilecek düşkünlük cezasını çekmek istemez ya da
dayanamazsa Cem’den kovulur. 

Ağır cürüm ya da zina vs.gibi toplumca kınanan bağışlanamıyacak suçlar işlemiş, haksız yere eşini boşamış ve nikahlı kadın kaçırmış kimseler zaten düşkündür; yedi yıl boyunca Cem’e alınmadığı gibi toplumdan da tamamıyla dışlanmışlardır. Yasal cezalarını çektikten sonra da Cem’e alınmak için Dede’nin verdiği ve Cem erenlerin onayladığı Düşkünlük cezasını çekmesi gerekir. Bu kişilerin musahipleri de düşkün sayılır, yol kardeşi olarak görevini yapmadığı ve musahibinin yaptıklarına engel olmadığı için. Ancak musahibine karşı yol erkanının öngördüğü görevlerini yerine getirerek kendisini uyarmalarına rağmen engel olamadığını Rehberi aracılığıyla Dede’ye bildirerek, bir kurban kesip özünü dar’a çeker ve görülmek arzusunu belirtir.

Pir huzurunda durduğu Mansur dar’ında kendisi temize çıkartan bu canın isteği kabul edilirse, ölmüş varsayılan musahibinin yerine onun boyunda bir sırık/değnek parçası simgesel olarak kefenleyip bir mezara gömmesi ve yeniden musahip tutması gerekmektedir. Dar’dakilerden biri ya da birkaçı, bazı canlara karşı kabahatlı, haksız bulunursa, onlar tarafından bağışlansa ya da zararları karşılansa bile, cemaatın keseceği cezayı ödemek zorundadır; maddi durumuna göre ondan Cemde hazır bulunanlar için bir kurban kesmesi, sofra açması, lokma dökmesi vb.taleplerini yerine getirirler. Bu cemaatın “edep-erkan duruş” hakkı, yani görülen canların ayakta dar’da kaldıkları sürece onların da dizüzerinde oturarak dar çekmelerinin karşılığıdır.

Eğer Cemaat toplu halde, “ biz Şah’a kadar razıyız, Hak da razı olsun!” diye üç kez seslenirse, Dede dualarını vererk dar’daki canları indirir. Talibin görülmesi sitemden (tarık altından) geçirilerek tamamlanır. Görgü dar’ından indirilerek önünde, yere yüzüste uzanmış musahib çiftleri Dede, sırtlarına vurduğu erkan çubuğu ya da pençe altından geçirir. Talibin dar’da çektiklerini ve verdiği ikrarı/sözleri unutmaması için bir çeşit sitemdir, kutsal sayılan simgesel bir ceza uygulamasıdır bu. Görgüden geçen talipler manevi temizliğe ulaşmış ve tüm saflığıyla gönül huzuru içinde Hak lokması yemege hak kazanmıştır. Dün bunlar aynen uyugulanıyordu, ya bugün? 

Şimdi soralım: Kısaca özetlemeye çalıştığımız Görgü Cemi kurulsa, bu kurallar çerçevesinde görülüp sorulacak talip var mı dersiniz? Hangimiz –eğer varsa- musahibimizi ve eşlerimizi yanımıza alıp, Hak Meydanı’na çıkarak Pirin ve Cemaatın huzurunda özümüzü dar’a çeker;
yaptığımız yanlışları, işlediğimiz kabahatları, yalanları ve kötülükleri meydana döküp hesabını
verebiliriz? Veremeyiz. Ama, babalarımız, dedelerimiz ve atalarımız verebililiyordu ve onca
yasaklayıcı baskı ve zulümlere karşın, kar kapıyı kesince, gecenin karanlığında doğanın
güvencesine sığınarak kış mevsimi boyunca Cem’lerini gizlice eksiksiz yapıyor, toplu
tapınmalarını kesintisiz uyguluyorlardı.

Dedelerimizden biri bu dünyaya geri gelse, yolumuzun erkanlarına göre topumuzu “düşkün”
sayıp, hepimizi “düşkünlük dar”ından geçirmek isteyecektir. Haklıdır, çünkü gerçekten elli yıl
öncesine kadar yaşanan Aleviliğe göre, bugün Aleviler “toplumsal düşkünlük” içindedir.

Bir Alevi inançlı patron bir büyük iş adamı başı açık, belinde kemerbest, yalınayak ayakları
mühürlü Mansur dar’ına duracak ve: “Ben bu büyük varlığı, bu sınırsız sermayeyi işçimin, çalışanlarımın emeklerinin artık değeriyle elde ettim. Onların emeklerinin tam karşılığını vermedim. Muhammed Ali divanında, Hak Meydanı’ndayım. Boynum kıldan incedir Pirimin huzurunda; malımla canımla meydandayım, haklı hakkını istesin. İşçilerim, tüm çalışanlarım da gelip hakkını istesin, ben görülüp sorulmak, Hak-Muhammed Ali yolunu sürdürmek istiyorum! Verilecek her türlü cezaya razıyım, Allah Eyvallah” mı diyecek? Demez.

Çünkü bir talip Pir huzuruna çıktımı; bunlar sorulur ve hak sahipleri hakkını ister. Oysa resmi din konumundaki ortodoks İslam, yani Sünnilik, “bu serveti sana veren Cenab-ı Allahtır; senin kısmetin levh-i kalemde alnına yazmıştır...”diyor. O zaman bu kişilerden taliplik de Dedelik de bekleyemezsiniz; o yerini bulmuş, öz çıkarlarına uygun olan resmi inancın yanındadır, yine çıkarları gereği, kendisine “büyük Alevi iş adamı, Alevi patron, tanınmış Alevi büyüğü” denilmesine de bir itirazı olmaz. Hatta bu doğrultuda Alevi toplumunun önderliğine de soyunur... Bunlar ozanın dediği gibi, asla “Kırkların Cemi’nde dar’e düş ol”amazlar. Dar’a düşmek, nara (ateşe) düşmek olur bunlar için, yapamazlar.

Görgü cemleri ortamı, Alevilerin yaşam düzeni ve biçimini belirlemiştir. Aleviliğin “eline, beline ve diline sahip ol” ahlak kuralından da önemli ilkesi “malı mala, canı cana katmak”tır, yani sevginin sonsuzluğunda bütünleşerek, malı-mülkü birleştirip ortaklaşa kullanmak ve eşitlik (koşulları) içinde yaşamak! Bu kısa açıklamalar gösteriyor ki, Görgü cemlerinin en temel ibadetlerinden olan sadece Boyverme/Görülme değil, Müsahiblik ritüellerinin ya da kurumunun da günümüz sosyo-ekonomik ve siyasal koşullarında, öngördüğü toplumsal, ekonomik ve ahlaki zorunlu yaptırımlarıyla uygulanması olası değildir. Görgü Cemleri, sosyo-ekonomik düzeyi eşit toplumsal yapıya sahip birimlerin (örneğin kabile, mezra, köy ve küçük kasaba vb.toplulukların) toplu ibadetidir, keskin ekonomik çelişkilerin varolduğu sınıflı toplumların değil.





c. İkrar verme/Musahiplik; kurum olarak işlevsel önemi, ritüelleri, kökeni...



Gerçekte Alevi-Bektaşi inanç toplumunun bütün özlemi, Mekke döneminde ve Medine
sözleşmesi koşullarındaki Kırklar Cemi’nden aldığı simgesel ‘bir üzüm danesinin bile
bölüşülmesi’ ortakçı ve eşitlikçi ilkesi ve Kırklardan birine vurulan neşterle hepsinden kan
gelmesinin gösterdiği birlik/kardeşlik anlayışının yaşandığı, insanlığın kurtuluşu olan sınıfsız
toplumun yaratılmasıdır. Bunun özlemini, Görgü Cemlerinde simgeleştirdikleri bu tapınma
kurumlarıyla yaşadıkları yerleşim birimlerinde yetiştirebildiklerince, yapabildiklerince gidermeye çalışmışlardır. Öyle fazla yoruma ve açıklamaya gerek duymadan İmam Cafer Buyruğu’ndan iki küçük paragraf geçelim:

“Sufinin müsahib olması erkanı kadimdir... İmdi malum oldur ki, her kişi kendi akran ve emsali ve münasibiyle musahip olmak erkandır...Her can musahip ola, ne maldan ne candan ve ne de haldan birbiriyle gizlisi saklısı olmaya ki, iki cihanda yüzleri ak ve sözleri saf ola...Bir talib musahibinden malını men eylese münafıktır, hayırları kabul olmaz! Musahip musahibinin evine teklif ile varmak ve malını teklif ile yimek erkan değildir...Musahib musahibin kardeşidir. Musahib ehli arasında birlik gerek, ikilik gerekmez.ben sen demeyi ortadan kaldırıp, bir dilden ötüp ve dört kapıda kamil ola...”

“Ölmeden önce ölünüz, yani sizler hırsınızı, nefsinizi öldürün, mahşer olmadan hesabınızı
görünüz; ama nasıl olmalı dersen; yani Yani musahip tutup, onunla sırat-ı mustakim ( doğru yol, hak yolu) üzere yola gidip, malı mala canı cana katıp birbirine teslim olup, yılda bir kere
Peygamber vekili, Cebrail hak vekili Pir’in yamacına geçtiğinde, kabirde-mahşerde olacak
sualleri, Pir ona sual ede!...”


Düşününüz ki, kanbağı kardeşlikten daha üstün tutulan “yol kardeşliği, musahiplik” ve aynı
Pir’in, Dede’nin talibi olarak bir yerleşim biriminin tüm bireyleri, yol akrabalığı çerçevesinde
birbirine bağlanmıştır. Musahiplik kurumundaki inanç yaptırımları, toplumun maddi yapısına
uyarlanarak eşitlikçi, ortakçı ve paylaşımcı bir düzenin oluşturulmasında ilk önemli adım olduğu gibi, sürekli uygulanımı düzeni sağlamlaştırmıştır. Musahipler arasında mal-can-sevgi birliği, bölünmezliği ve uyuşum vardır.Bu ömür boyu uyuşum sürekliliğinin temeli, her bakımdan eşit düzeyde bir akranla musahip olunurken ilk ikrar verildiğinde, yani yola girildiğinde ya da yola kabul edildiğinde atılıyor.


d. Musahiplik ritüelleri:

Musahiplik törenini musahip tutma darı çerçevesinde toparlayıp özetlersek: Musahiplik darına, Muhammed–Ali yoluna ilk kez giren, ikrar verecek canlara yol gösteren hizmet sahibi rehberle birlikte durulur. Rehber, musahip olacak adaylar bekârsa, iki; evlilerse, bacılarla birlikte dört canın önünde bulunur. Boyunlarına geçirilmiş tîğ-bend ya da düğümlenmiş mendilden tutup çekmektedir. Bazı bölgelerde, tîğ-bend kullanılmaz; rehber, çiftlerin omuzlarına elini koyarak, yürütür. Rehber ya da mürebbi musahip olacak çiftleri, her bakımdan gerektiği gibi hazırlamıştır. Genellikle “ölmeden önce ölmeyi” simgeleyen, akbezlere sarılıdır, kefene dolanmışçasına. 

Ayakları yalınayak, başları açıktır. Bellerinde, kemerbest (belbağı) vardır. Rehber, canları eşiğe niyaz ettirir. İçeri girip, dedenin huzurunda “Hü!” deyip “Mansur darı”na dururlar. Pir, “niçin geldiniz?” diye sorar. Rehber: “Bugün Mansur gibi darağacını, Nesimi gibi bıçağı, Fazlı gibi hançeri ihtiyar edip (kabullenip) tabakatı evliyaya ikrar verip, can verip canan almaya geldik!” der.

Pir: “Ey talipler bu bir uzak yoldur, gelemezsiniz! Gelme gelme, dönme dönme! Gelenin malı, dönenin canı! Bu yol demirden yay, oddan gömlektir giyemezsiniz, gidiniz!” 

dedikten sonra, onlar geri gider; eşiğe varıp, gene gelirler. Bu durum, üç kez tekrarlanır. Yola girerken bazen pirin musahip olanlara söylediği “gelenin malı, dönenin canı” yaptırımı ile kurbanlık koyun simgeselliği vurgulanır. Bu bağlamda musahiplik, yola girerken canıyla birlikte malını mülkünü, kendine ait olan herşeyini meydana koyup, ortaklığa sunmaktır. Kapıdan her içeri girişte, dar meydanına gelinceye dek dört kapının erenlerine simgesel olarak selam verir rehber. 


Üçüncü kez dara çıktığında, “Pir huzuruna bir (iki) çift koç-kuzulu kurban getirdim. Al, kabul et, Allah eyvallah!” diyen rehber tîğ-bentten çeker ve hep birlikte dedenin önünde yere kapanırlar. Bu durumda da ayaklar mühürlü, yani Fatıma darı vaziyeti bozulmadan Fazlı darına durmuşlardır. Dede, yüzüstü yar durumda, yani eşleriyle “Fazlı darı”ndaki musahip canların üzerlerine örtülü kefeni simgeleyen akbezi kaldırır, şu duayı okur: 

“Allah Allah! Geldiğiniz yoldan, durduğunuz dardan ve çağırdığınız pirden şefaat göresiniz! Cenabı Hakk, Hünkâr Hacı Bektaş Veli Sultan Allah’a kul, Muhammed’e ümmet ve Ali’ye talip eyleye! Bu yoldan, bu dardan ve didardan ayırmaya! Ceddi cemalımız yaramaza, uğursuza ve pirsize duş getirmeye! Şeytanın şerrinden, gafil gadadan-görünmez beladan koruya! Cenabı Allah hayırlı devlet, hayırlı evlat, hayırlı rahmet ve bereket ihsan eyleye! Darınız niyazınız kabul ola, gerçeğe hüüü! Mümine ya Ali !”

Dede, tövbe telkinini yaptırıp, bellerini sıvadıktan sonra secdedeki canları doğrultur, edeb
erkâna geçirir. Böylece yola girmiş, ikrar vermiş bu canlar, edeb-erkân durumunda, yani “Nesimi darı”ndadır şimdi. Artık zakirlerin musahiplik üzerine söyledikleri nefes ve düvazlar dinlenir. Arkasından yeni yola girmiş canların, tarık altından geçmelerinden sonra, doluları içilecek ve kestikleri kurban lokmaları yenilecektir. Bu ritüeller tüm sosyal ve ekonomik içerikleriyle dün uygulanıyordu, ya bugün?
 




e. Bugün Cem Erkanlarının inanç ögeleri tabanında sosyo-psikolojik işlevleri ağırlık kazanmıştır

Yukarıda da söylediğimiz üzere, müsahipliğin inanç bağlamında tasarlanmış toplumsal ve
ekonomik yaptırımlarının yerine getirilmesi günümüz koşullarında olası görülmüyor. Tüm
kültürel, inançsal ve toplumsal değerleriyle musahiplik, hep birlikte ortaklaşa üretip, ortaklaşa tüketen; eşitlikçi ve sevgi birliğinde temellendirilmiş paylaşımcı bir düzenin kurumudur. Diğer bir deyimle musahiplik sınıflı toplumlarda, sınıflararası çelişki ve uçurumların derinleşmiş olduğu toplumlarda tüm değerleriyle uygulamaya konulamaz, hayata geçirilemez. 


Bu kısa açıklamalar gösteriyor ki, müsahiblik kurumunun da günümüz sosyo-ekonomik ve siyasal koşullarında, öngördüğü toplumsal, ekonomik ve ahlaki zorunlukları birleştirmiş yaptırımlarıyla uygulanması olası değildir. Özellikle, malvarlığını ve kazancı “yol kardeşiyle” paylaşma ve ortaklaşama kullanma yaptırımının uygulanması ya da gerçekleştirilmesi, burjuva kapitalizminde ve günümüz küresel kapitalistleşme süreci koşullarında kuşkusuz olanaksızdır. 

Yaşanmakta olan sosyo-ekonomik düzen; özel mülkiyeti, bireysel mal edinme-servet sahibi olma ve sınırsız kazanç tutkusunu körükleyerek, Alevi toplumunun tarihsel eşitlikçi ve insan sevgisine dayalı “ben”likten uzak paylaşımcı ortak bilincini yokolma sınırına getirmiştir. Bugün zaten Cem Erkanlarının adli ve ekonomik işlevleri kendiliğinden simgesel işlerliğe dönüşüp ahlaki boyutta ilerliyor, inanç ögeleri tabanında sosyo-psikolojik işlevleri ağırlık kazanmıştır.

 Sosyo-ekonomik yapının belirlediği sınıfsal katmanlarda kaçınılmaz olarak yeralmış Alevi-Bektaşi inançlı tüm toplum kesimleri, inançlarının bir tapınma kurumu olan musahipliğin en azından birlik beraberlik, yardımlaşma, insanseverlik, alçakgönüllülük, kimseye zararvermeme, herkesi eşit görme, kardeşçe davranış vb. moral değerlerini önde tutmayı unutmamalıdır. Bu tapınma kurumunun gerçek anlamını çok iyi öğrenip, sıkça anımsayarak-anımsatarak, sadece sosyo-psikolojik bağlamda da olsa musahipliğin uygulanması, toplumsal sağlığımız için çok önemli ve yüksek değerde bir kazançtır. 

Bir üçüncüsü Alevilikte Düşkünlük ve düşkün olanı cezalandırma ve düşkünlüğü kaldırma ritüellerinin günümüzde eskisi gibi uygulanamıyacağıdır. Onun kapsamının da daraltılması zorunluktur. Topluma veya bireylere karşı, yüzkızartıcı ya da ağır suçlar işlemiş, çeşitli nedenlerden ötürü eşinden boşanmış taliplerin “düşkünlük darı çektirilmesi” ya da kısa ve uzun süreli, “yola alınmaması, toplumdan soyutlanması” gibi bir çeşit maddi-manevi işkenceden geçirilmesi biçiminde cezalandırmalar uygulanamaz.. 

Çağdaş laik ve demokratik bir devletin ceza yasalarının işlevlerini Cem erkanları herhangibir biçimde üstlenmemelidir. Hiç kuşkusuz simgesel ve moral yaptırımlar, sitemler sürdürümeli. Zaten Cemlerde görülüp sorulma, yani senede bir kere “boyverme ya da başokutma” “Hak-Muhammed-Ali” birlik meydanının kutsallığında inançsal ve ahlaki olarak kusurdan-kabahattan aklanıp paklanma, bir sonraki yıla dönük caydırıcılıktır. Alevi-Bektaşi inanç toplumu, İslam dinini kendisi gibi algılayıp ve kendisinin tapınma biçimlerini uygulamadığı için dinsiz sayan, müslüman değil kafir gören-dolayısıyla katlini vacip sayan- baskıcı Şeriat devletlerinin adalet sistemlerine, yani kadısına-kudatına güvenmediği için kendi adalet düzenlerini yaratmışlardır. 

Çağdaş toplumda artık dinsel inançlar bağlamında suçluyu cezalandırma ya da herhangibir suça ceza kesme benzeri adaleti yerine getirme kural ve kavramlara yer yoktur. Ama kuşkusuzdur ki, Alevi-Bektaşi canlar “döktüğünü doldurmuş, yıktığını yapmış, ağlattığını güldürmüş, ağrıttığından-incittiğinden razılık almış, kendi nefsi dahil herkesle barışık” olarak Cem’ine girmek ve tüm tapınma ritüellerini yerine getirmekle yükümlüdür.